10 Şubat 2015 Salı

Ölmeye Yatmak Romanının Gözünden; Görünen Ben ile İçerideki Ben'in Kavgası - Günay Gündüz

Saat 07:22… Ölümü beklemek… Yeni doğmuş gibi, çırılçıplak, doğadan ve doğallıktan pay alarak…

‘’Ölüm bazen o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor. Gülünecek en uygun anda gülmeyi kasıklarıma hapsedişim bundandır belki. Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemiştim.’’ (s.8)


İç dünyasında kopan o fırtınanın habercisiydi aslında Aysel’in bu tümcesi. Tüm çareleri tükenmiş, eğer bir çare varsa da onu ölümün kucağında aramayı yeğlemiş olan romanın baş figürü akademisyen Aysel’in…  Aysel, ataerkil bir ailede büyümüş, büyümekle de kalmamış o ataerkil yapının her geçen zaman daha da fazla özümsenmeye başlandığına tanık olmuştu. İnce bir çizgide yürür gibiydi. Yönünü biraz değiştirse o ataerkilliğin onu içine çekmesine müsade edecek, ya da tam tersi bundan tamamen kendisini sıyırmaya çalışacaktı. Fakat viya demişti. Denizcilerin terimiyle, istediğim yöne seyret komutu… İstediği çok açık ki, bu ataerkil yapıya teslim olmamak adına aydın olabilmekti elbette ki. Aysel bunun kendine göre en temel basamağına zaten tırmanmıştı. Bir akademisyen olarak…
‘’Dersimin olduğu saatte sekreter, çocukları koridorda dolaşırken görür. Aysel Hanım gelmedi derler. Sevinirler. Parklara çıkarlar. Kantinde otururlar. Ölmüş olduğum kimsenin aklına gelmez.’’ (s.29)

Suçlayış…
Aysel’in üstü örtük bir şekilde ifade ettiği bu tümcede gizliydi aslında suçlamak eylemi. Yalnızca kendini suçladığını değil, Aysel’i bu noktaya getiren ufak denebilecek etmenleri bile suçladığını algılamak mümkündür. Sekreteri, öğrencileri, hatta hayatındaki tüm insanları, ve hatta sistemi dahi suçladığını… Belki de kantini bile. Öğrencilerinin orada vakit geçirirken zihinlerinin Aysel’den uzaklaşmasına ve onun ölebilme ihtimalini akıllarına getirmeyişine neden olan o kantin bile sorumlu olabilir Aysel’in sürüklendiği bu kaostan. Çünkü insanların empati yetilerinin yeterince gelişmiş olmadığı ve bundan dolayı da herhangi bir durum için bir neden ararken, o nedenin önceliğini karşı tarafın lehine atfetmek yerine, insanlar önceliği kendi rahatlıklarına çevirmekte ustalardır. Bu noktada da Adalet Ağaoğlu’nun, bireyin ya da bireyin sosyal çevresinin her zaman her şeyi düşünmediğini, olumsuz ya da olumlu sayılabilecek durumlarda insanların akıllarına mazeret olarak ölümün gelmediğini, genellikle ilk düşünülen şeyin insanların kendi faydaları ve ne yazık ki çıkarları olduğu şeklinde bir ben imgesini oldukça başarılı bir biçimde kurguladığı apaçık bir gerçektir.
Özgüvenin devekuşu pozisyonundan sıyrılması…
Aysel’in ağabeyi, babası ile yaşadığı bir tartışma sonucu evden ayrıldığında, Aysel’in annesinin yaşadığı üzüntü bir hayli can sıkıcı durumdaydı. Annesi Aysel’e ‘’Ağabeyin nereye gitti? Böyle bir günümde ne yaparım şimdi ben?’’ şeklinde bir ifadede bulunması, Aysel’i pek alışkın olmadığı farklı bir mutluluğun içine çekmişti bir anda. Çünkü aile ortamında neredeyse ilk kez fikri alınmıştı, ilk kez direkt olarak Aysel’in kendisine bir yönelim meydana gelmişti. Bu, kimi zaman Aysel’in iç dünyasından sıyrılıp dış gerçekliğe ulaşmaya çekinen özgüveninin o anda devekuşu pozisyonundan sıyrılıp kafasını kumdan çıkarması manasına gelmekteydi pek tabii ki. Bunun karşılığında annesine ‘’ben getiririm ağabeyimi’’ diye karşılık verdiği anda, özgüveni tamamen dışarıya başını uzatmış oldu. Artık bu sorumluluk ve güven duygusuyla o saçları örgülü Aysel değildi, aksine kocaman bir kadındı. Ancak bu hal kısa sürdü. ‘’Ne de olsa tek oğlumuz, tek umudumuz’’ sözlerini annesinin ağzından işittiği anda devekuşu yeniden boynunu kuma eğmekte gecikmedi. Böylece Aysel, aile ortamındaki görünmez kimliğine yeniden itildi ve kenar süsü konumunda yerini aldı. Tüm o silinmişlik ve yokluk duygusuyla beraber…

‘’Özgür bir Türk kadını oluşumu onunla kanıtlamadım. 25 yaşında bir delikanlı ile kanıtladım. Aydın’ın bunu bilmesini istiyorum. Böyle ise, apaçık bir öç alma özlemi içindeyim demektir.’’ (s.51)

Özgürlük…
Söylemi ne kadar pürüzsüz oysa ki. Ancak özgürlük, Aysel için bu kelimenin ilk harfi olan Ö’nün içindeki çemberde cenin pozisyonunda durmasıydı sadece. Bu sıkışmışlık, Aysel’e özgürlüğü bir tutkuyla arzulatıyordu. Hatta belki de özgürleşebileceğine kendisinin bile inancı olmadığı için gerek arkadaşı Aydın’a, gerek başkalarına özgürleştiğini ispatlama çabası içine girmişti. Dolayısıyla onu ölmeye yatıran, bu özgürleşme arzusundan başkası değildi.  Çünkü özgürleşmek adına verdiği tüm çaba aslında Aysel’i yabancılaşmaya götürmüştü. Bireyin, yani ‘’ben’’ olanın kendi benliğine yabancılaşması… Tüm bu boğulmuşluk duygusu ve bu duygudan kurtulma mücadelesi aslında Aysel’in kendi hayatını dilediğince yaşayamamasını da beraberinde getirdi. Kendine görevler adamasını ve ideali olan aydın kimliğini oluşturmak için adım adım çıktığı basamakları pekala neden olarak göstermek mümkündür. Ancak Aysel’i ölmeye yatıran, Ayse
l’in ödemesi gereken bir bedelden ibaretti. Bu bedel, onun hayatıydı belki de…