7 Şubat 2015 Cumartesi

Bir Dinazorun Anıları - Mina Urgan / Derleyen: Ayça Gedik


Kitap Hakkında

Bu kitapta bir insanın hayatına neler sığdırabildiğini hayretle görüp, yazarın yalnız anılarına değil, sanki tarihten bir kesite tanık oluyoruz...

Yazarımız dinazoru şöyle anlatıyor:
Çağımıza uymak zorundayız palavrasına hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ  toplumsal adaletsizlik üzerine kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinazorlukla suçlanmak vız gelir bana. Çünkü ben dinazoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğunu kanıtlamış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinazorluğumla övünüyorum.”

Birinci Bölüm: Yaşlılık ve Ölüm

Bu bölümde Mina Urgan 82 yaşında kaleme almaya başladığı anılarını bir kronolojik sıra içinde değil, çeşitli zamanlarda aldığı notlardan faydalanarak ömrü vefa ettiği sürece tamamlamaya çalışacağını, ruhun ölümsüzlüğüne fakat öteki dünyaya inanmayan biri olarak mutlaka hatırlanmak istediği için bu kitabı yazdığını söyler.
Yaşamı boyunca çok sıkıntılı ve zor günler geçirmiş olmasına rağmen direncini, yaşam sevincini, toplumsal olaylara olan duyarlılığını hiç kaybetmemiştir. Yaşlılığın hiç utanılacak bir şey olmadığını, yaşını her zaman açıkça söylediğini, ‘dinç’ olarak ayakta kalabilmesinin onun bir şansı olduğunu, hastalıklarından devamlı yakınmak yerine onların üzerine gittiğini ve bütün bu olumsuzlukların onu yıldırmadığını da sözlerine ekler.

Bir kız ve bir erkek  evlat sahibi olan Mina Urgan ‘ın oğlunun doğumu da çok ilginç olur.
Yazarın 1950 yılında fikir suçundan yatan arkadaşlarını cezaevinde ziyaret etmek için gittiklerinde doğum sancılarının başlaması ve karlı bir günde hastahaneye yetişmek için verdikleri mücadele gerçekten unutulmazdır.

Mina Urgan’ın hiç bir şekide tahammül edemediği şey egoist, duyarsız, çevresindeki olumsuzluklara kulağını tıkayarak yaşayan insanların varlığıdır.

Yine yaşlılıkta en zor olan durumun  “yalnızlık” olduğunu söyler … Yaşlılıkta özellikle gecelerin çok zor geçtiğini yazdığı bir şiirle anlatır ve buradan da mezara, mezarlığa hiç inanmadığını, insanların öldükten sonra nereye gömüldüklerinin hiç önemi olmadığını, organlarının bağışlanmasının en doğru hareket olacağını, dinsiz olduğu için de cami, namaz, dua gibi olayları istemediğini, cesur ve açık yüreklilikle belirtir….

Her ne kadar başına büyük felaketler gelmiş olsa da, Mina Urgan hiç bir zaman Tanrı’ya değil inandığı değerlere, kardeşliğe, huzur ve barış içinde yaşamaya, toplumsal adalete sığınarak yaşamını devam ettirdiğini söyler.

İnsanların çoğu zaman mutsuzluklarını, felaketlerini kendi içlerinde yaşayarak çevrelerini üzmemek için dertlerini içine akıttıklarını, gülümsüyerek mutsuzluklarını gizleyebilmelerini, kendilerine gülebilmelerini çok önemser ve insanlar için dostlukların ne kadar önemli ve emek verilmesi gereken bir olgu olduğunun altını çizer.

Mina Urgan artık bu yaşlı günlerinde hayattan zevk almaya çalışmakta, sahibi olduğu deniz manzaralı evinde oturabildiği için şükretmekte, Bodrum’da bir küçük evi olduğu için ve özellikle ilkbahar, sonbahar ve bazen kışlarını bu evde geçirebildiği ve kendi olanaklarıyla kendi hayatını yaşayabildiği için çok şanslı olduğunu belirtir.

İkinci Bölüm: Çocukluk

“Şu anılarım başından değil de, sonundan başladı nedense … Biraz da Laurence Sterne’ün Tristan Shandy’sine benzedi. Daha 1760 yılında tüm modern’leri solda sıfır durumuna getiren Sterne bu çok üzgün ve olağanüstü güzel kitabında Tristan Shand’nin yaşamını anlatır sözde. Ne var ki romanın baş kişisi ancak ortalarına doğru dünyaya gelir. Ben de anılarımı düzgün ve mantıklı bir planı uygulamaya koyarak yazmadığım için, hangi yıl nerede doğduğumu, filan ancak şimdi yazabiliyorum.” (S.95/1.paragraf)

Mina Urgan 1916 yılında İstanbul’da doğar; dedeleri İstanbul’lu, anneannesi ve babaannesi ise Çerkes’dir.  Farsça bir sözcük olup, şarap kadehi ya da mavi anlamına gelen “Mina “adını henüz 3 yaşındayken kaybettiği babası Tahsin Nahit verir. Anadolu’da ip anlamına gelen “Urgan” soyadını ise , solculuğundan dolayı nasıl olsa  bir gün asılacağını söyleyen Necip Fazıl Kısakürek önerir.
Annesi Şefika, babası Tahsin Nahit ve üvey babası Falih Rıfkı Atay’dan söz eden yazar tüm kitabında annesinden’ Şefika ‘diye bahseder...

Mina Urgan yaşamı boyunca annesi ile birlikte yaşar. Annesi onun rahat edebilmesi için elinden geleni yapar ve ev işlerine hiç karıştırmaz. Evin geçimini sağlayan Mina Urgan, bu sayede çalışmalarını rahatlıkla gerçekleştirebilir. İlk çocuğu oğlu Mustafa’ya kendisi bakar fakat kızı Zeynep’i ise daha çok annesi sahiplenir. Ortaokulu bitirdikten sonra burs kazanarak Arnavutköy Kız Koleji’ne devam eder.  Urgan, üvey babası Falih Rıfkı ‘ya çok düşkündür fakat Mina Urgan 15 yaşındayken boşanırlar. Artık kişisel serveti de kalmayan anne Şefika Hanım; Falih Rıfkı’ya tahammül etmek istememektedir ve oğluyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a döner. Bundan sonra evdeki eşyaları satarak geçinmeye çalışırlar.
Çok cesur yönlerinin de olduğunu söylediği annesinin Demokrat Parti seçimi kazandıktan sonra tek başına İsmet Paşa’nın huzuruna çıkarak tüm düşüncelerini aktardığını ve milletin Demokrat Parti’den medet umduğunu, fakat onların Mustafa Kemal devrimlerini ortadan kaldırmak için çalışacaklarını ve Paşa’nın çok yanlış yaptığını söylemekten çekinmediğini anlatır.

Solculuğundan dolayı 1960 yılında üniversiteden atılan Mina Urgan annesi tarafından hiç suçlanmadığı gibi üstelik destek görür.. Annesine büyük bir gönül borcu duyduğunu, onun sayesinde meslek sahibi, bağımsız bir kadın olabildiğini ifade eden yazarın annesine büyük bir saygı ve sevgi ile bağlı olduğunu anlarız. Şefika Hanım bir arkadaş gibi kızına yol gösterir, onu yanlış yapmaması için uyarır ama hiç bir zaman baskı uygulamaz. Kadınların ezildiğini ve toplumda yerinin olmadığını ve erkeklerin egemenliği altında yaşamaya mahkum olduğunu söyleyenlere karşı çıkan yazar hiç bir zaman kadın olduğu için değil ama solcu olduğu için haksızlığa uğramış olduğunu söyler. Kadın erkek ayrımını yanlış bulan Mina Urgan bunun bir insan sorunu olduğunu ve gerçek insanın kadınla erkeğin uyumlu bir karışım olduğunu sözlerine ekler.

Hiç tanımadığı ve çok erken yaşta vefat  eden babası “Adalar Şairi” olarak bilinen Tahsin Nahit, şiirin yanı sıra tiyatro alanında eserler vermiş, Galatasaray Lisesi’ni  ve Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir…Babasına çok benzetildiğini söyleyen yazar, babası ile ilgili bilgileri de ailesinden çok Salah Birsel’in kitaplarından öğrenir.

O zamanlar çok yadırgansa da annesiyle bir aşk evliliği yapan babasının çapkın olduğunu da ekler Mina Urgan ama üvey babası Falih Rıfkı sayesinde babasının yokluğunu hissetmez, üvey kardeşini de çok sever ve bir anne gibi korur, bakar…

Şakir Paşa ve Aliye Berger’den akrabaları olduğu için bahsederken, Paşa’nın kızı olan Füreya’ya da kısaca değinir ve anılarına ailenin büyük oğlu Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’den bahsederek devam eder. Sevgi dolu, melek gibi bir insan olduğunu söylediği Cevat Şakir’i sık sık görür
Çocukluğundaki iki önemli anısından bahseder : Troçki’yi Büyükada’da sandalında nasıl gördüğünü ve yanına kadar gittiğini ve Gazi Mustafa Kemal Paşa ile de nasıl dans ettiğini anlatır. Bir düğünde karşılaştığı Paşa ile yanına giderek onunla sohbet eden ve Gazi ile dansedişini hiç unutmayan Mina Urgan aşırı bir Kemalist olduğunu da belirtir…

Mustafa Kemal’in bu ülkeye kazandırdıklarını yakından yaşayan, O’nun devrimlerine şahit olmuş çağdaş bir Türk kadını olarak Kemalist olduğunu sonuna kadar savunmaktadır.
Gazi Mustafa Kemal’in kişiliğinin detaylarını çeşitli anılarla anlatan Mina Urgan’ın O’na olan tutkusu, hayranlığı ve bağlılığı tartışılamaz..


Üçüncü Bölüm: Gençliğim

Arnavutköy Kız Koleji’ni bitirdikten sonra Mina Urgan, Romanoloji denilen Fransızca, İtalyanca, İspanyolca türünden dillerin ve edebiyatların öğretildiği “Fransız Filolojisi “ne girer ve sevdiği mesleği seçmenin verdiği mutlulukla öğrenimini sürdürür. Yazar o dönem Beyazıt’daki Üniversiteden, arkadaşlarından, Küllük Kahvesi ve Eminönü Lokantası’ndan, kahveye gelen ressam ve şairlerden, Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile buluşmalarından büyük bir zevkle söz eder…Yine o dönem Almanya’dan kaçan Yahudi profesörlerden oluşan öğretim kadrosunun büyük bir şans olduğundan, böyle bir eğitimi kaçırmamak için kendisine verilen bursu kabul etmediğiniden ve hocalarla gezmelerinden de bahseder.

Mina Urgan’ı çok başarılı bulan Profesör Leo Spitzer öğreniminin ikinci yılında asistan vekilliğine atanması için teklif verir ve böylece akademik kariyerine ilk adımını atar.
Profesör’den öğretmenlik konusunda çok şey öğrenir, tutkuyla bağlı olduğu mesleğini hocası sayesinde emekli olana kadar zevkle sürdürür. Ses tellerinde oluşan bir problemden sonra ise ders veremez ama kitap yazmaya başlar ve Thomas More ve Ütopya kavramını ele alan ince bir kitap, çok kalın bir Shakespeare ve Hamlet, 5 ciltlik İngiliz Edebiyat Tarihi, Virginia Woolf ve D.H.Lawrence üstüne incelemeler yayınlar.

1939 yılında Edebiyat Fakültesi Fransız Edebiyatı Bölümünden mezun olur ve aynı yıl İkinci Dünya Savaşı başlar. Mina Urgan burs alarak doktora yapmak üzere Paris’e gider.   2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle Fransa’dan ülkeye dönmesi gerektiği söylenir ve artık fiilen savaşın içine giren Fransa’da kazandığı iki yıllık bursun da ödenemiyeceğini düşünerek, çok özlediği İstanbul’a geri döner.

Dördüncü Bölüm: Gençliğimde Tanıdığım Bazı Kişiler

Mina Urgan 1940 da yeni kurulan Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne asistan olur. Bölümün başına İsmet Paşa tarafından da Halide Edip Adıvar atanır. Çok güçlü bir kişiliği olan Halide Edip kısa zamanda bütün Edebiyat Fakültesi’nin başına geçer. Daha sonra 10 yıl boyunca doçentliğini yaptığı Halide Edip ile geçirdiği yıllar Mina Urgan için sorunlu yıllar olur.
Mina Urgan annesinin babası Cemal Bey’in Büyükada’daki köşkünde kalan yazarlar ve şairlerden de bahseder, en önemlileri Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’dir.
Ahmet Haşim’den büyük bir hayranlıkla bahseden yazar onu çok zeki ve yetenekli bulduğunu, annesi ile çok iyi arkadaş olduklarını, onların evinde çok vakit geçirdiğini ve Mina Urgan’ın edebiyat eğitimine çok katkıda bulunduğunu anlatır. “Ahmet Haşim’in kişiliği bana ne kadar çekici geldiyse, Yahya Kemal’inki de o kadar itici geldi. Yahya Kemal usta bir şair, ama küçük bir insandı.” diyor Mina Urgan kitabında…(S.211)

Yahya Kemal’i gurursuz, asalak, tembel, çıkarcı, bencil ve kaskatı bir insan olarak olarak tanımlayan Mina Urgan ayrıca onun iyi bir şair olmadığını, sadece Türkçe’yi iyi kullanan bir şair olduğunu, geleneksel şiirimizin kalıplarını aşamadığını söyler.

Buradan yazar 17 Ekim 1987 de Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanan Behice Boran ile ilgili anılarına geçer. ”Barışsever, insan hakları savunucusu“ olarak bilinen Behice Boran ile yakın arkadaş olan yazar onun haris olmadığını, eğer faşist eğilimlerin olduğu bir üniversite de değil de hoşgörülü bir ortamda yaşasaydı, parlak bir kariyer yapabileceğini ama ne yazık ki işinden atıldıktan sonra eyleme itilmiş olduğunu söyler ve yurt dışından gelen iş önerilerini kabul etmeyerek ülkesinde kalmayı yeğlemiş, yurtsever, vefalı dost, doğa sever, çok verici bir eş, iyi bir ev kadını olarak tanımlar.

Aziz Nesin ile ilgili anılarında ise Mina Urgan Nesin’in Türk aydınlarının onuru olduğunu söyler. Onun açıkyürekliliğini, cesaretini, korkusuzca düşüncelerini açıklayabilmesini gıpta ederek anlatır.
Üniversite öğrencisiyken tanıdığı Abidin Dino ‘ya gelince onun çok şaşırtıcı biri olduğunu hiç öğrenim görmediği halde, çok bilgili, 3-4 dil bilen, çok konuda incelemeler yazan, ressam, karikatürist, desen ve yontu yapan bir kişi olduğunu ve bunlarla da yetinmeyip yazı ve tiyatro oyunu da yazdığını ilave eder..Abidin ve Güzin Dino ‘nun 40 yıl Paris’te yaşadığını ama memlekette olan her şeyle yakından ilgilendiklerini, Komünistliğini hiç bir zaman yadsımayan Abidin Dino’nun kanserden öldüğünü ve 1994 yılında ise bu büyük ustanın bir heykeli yapılarak Özgürlük Parkı’na yerleştirildiğni anlatır.

Bir rastlantı sonucu tanıdığı Neyzen Tevfik ise ilginç kişiliği ile yansır kitaba. Onun ney’ini dinleme imkanı bulabilmiş olan yazar müziğinden büyülenir ve adeta dili tutulur. Dipsoman olan ve krizinin geleceğini anladığında, kendiliğinden Bakırköy Akıl Hastahanesi’ne giderek tedavi olan, nasıl geçindiği, nasıl ve nerede yaşadığı bilinmeyen derviş gibi bir adamdır Neyzen. Bu hüzünlü müziğin yaratıcısının, aynı zamanda bir taşlama ustası olmasının da şaşırtıcı olduğunu ekleyen yazar, Neyzen ile çok sık beraber olduğunu, Neyzen’in bazen ortadan kaybolduğunu ve yine ortada olmadığı dönemlerden birinde ise ölüm haberini aldığını yazar.

Sait Faik’i ise Nurullah Ataç sayesinde tanıdığını, çok iyi bir hikaye yazarı olan Sait Faik’in gerçek bir halk adamı olduğunu, geçim derdi olmadığı için rahat dolaşan bir kişi olarak tanımlar. Bu büyük öykü yazarının daha 60 yaşını tamamlamadan ölmesine çok üzüldüğünü söyler.
Sebahattin Eyüboğlu ‘nu yazar sanki ağabeyi gibi sever ve kendine yakın bulur. Deneme yazarı ve çevirmen olan Eyüboğlu Mina Urgan’ın  hocası olur ve ondan çok şey öğrenir. Karizması, sevecenliği ve otoritesi ile çevresindekileri kendisine hayran bırakan bu edebiyat adamının gizli komünist partisi kurduğu iddiasıyla tutuklanması ve haksızlığa uğraması, sağlığını kaybetmesine ve ölümüne neden olmuştur.

Yazar çok yakından tanımak istediği ama çok az birlikte olabildiği ve Türkiye’nin en iyi romancılarından biri saydığı Oğuz Atay ve Nazım Hikmet’ten bahseder. Nazım Hikmet’i 15 yaşından önce gördüğünü, oysa büyüdükten sonra yakından tanımak için görebilmeyi çok istediğini, annesinin arkadaşının oğlu olduğu için Nazım’la bir kaç kez karşılaştığını ve 1938 yılında 38 yıl hapis cezası aldığında bir solcu olarak onun kendisi gibi düşünenlerin şairi olduğunu çok iyi anladığını söyler.

Beşinci Bölüm: Siyasal

Yazar burada 20 yaşından itibaren solcu olduğunu, solculuğunun memleketin geldiği bu son durumlar yüzünden gittikçe arttığını, yoksul ama onurlu bir ülkede yaşarken çok mutlu olduğunu, bugün ise milli gelirin dağılmasındaki inanılmaz uçurumlardan büyük üzüntü duyduğunu dile getirir. Okulunun, zengin okulu olarak bilinmesine rağmen o zamanlar insanların servetlerinin açığa vurulmasının çok ayıp sayıldığını, bugün ise inanılmaz gösteriş merakı ve görgüsüzlüğün tahammül edilemez boyutlara ulaştığını söyler.
Burada yazar bir dinazor olduğundan gurur duyarak, adaletsizlik üzerine kurulan bir düzene ayak uydurmadığını ve eski çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil, geçmişin doğruluğunu kanıtlamış ve yadsınamaz değerlerini geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olduğunu açıklar. “İnanılmaz buluşların yapıldığı bu devirde, insanların yine beyin güçlerini kullanarak erozyon yüzünden aç kalmayı, vahşi kapitalizm yüzünden birbirlerinin yamyamı kesilmeyi, savaşlar yüzünden kıyıma uğramayı ve daha nice felaketleri önleyecek toplumsal ütopyaları neden icat etmesinler ki?” (S251)  
27 Mayıs 1960 da ülkemizde gerçekleşen darbeden “devrim” diye bahseden Mina Urgan, profesörlüğe atanır, fakat 2 ay sonra 147 öğretim üyesiyle birlikte üniversiteden kovulur.
Mina Urgan bir yıl önce boşandığı için bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi vardır. Geçim sıkıntısı baş gösterir ve dostlarının da yardımıyla bu zor durumdan çok çalışarak kurtulmaya çalışır.
27 Mayıs 1960 dan sonra farklı olarak, 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de birbirinden berbat iki faşist dönem yaşandığını, öğretim üyelerinin vurulduğunu, gençlerin toplu kıyıma uğradığını, cenazeden, cenazeye koşulduğunu, hapishanelerde, gençlere, aydınlara, solculara yapılan işkenceleri en detaylı şekilde anlatan yazar bu dönemde çok kısa bir süre tutuklandığını da bizlere aktarır…

Altıncı Bölüm: Mina Urgan’ın Albümünden

Kitabın son bölümünde yer alan fotoğraflar yazarın geçmişini bize belgelemekte ve kitabın içerisinde yazdıklarını daha özel kılmaktadır.

SON SÖZ

Yazar, kitabını önce el yazısıyla, sonra da daktiloya çekerek yazar fakat henüz ilk sayfaları yazarken  düşerek kaburgalarını kırar ve çok acı çeker. İlerlemiş yaşı yüzünden büyük bir felakete dönüşen bu kırıklar nedeniyle ümitsizliğe kapılarak artık öleceğini düşünür ve daha sonra ağrıları dayanılır hale geldiğinde ise yeniden yazmaya başladığını anlatır..
“Bu dinazorun anlatmak istediği başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse, bakarsınız onları da yazar günün birinde. Yani bu son söz, gerçekten bir son söz değildir belki de.” diyerek sözlerine son verir. ( S:321)

Bu kitabı daha once okumadığım için üzüntümü belirtmek isterim.  Bu özel insanı tanımayı, hiç değilse onu dinleyebilmeyi çok isterdim.
Huzur içinde uyusun!!!!