Kitap Hakkında
Bu kitapta bir insanın hayatına neler sığdırabildiğini hayretle
görüp, yazarın yalnız anılarına değil, sanki tarihten bir kesite tanık oluyoruz...
Yazarımız dinazoru şöyle
anlatıyor:
Çağımıza uymak zorundayız
palavrasına hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse;
eğer yaşadığım çağ toplumsal
adaletsizlik üzerine kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi
yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa
neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim
böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinazorlukla suçlanmak vız gelir bana. Çünkü
ben dinazoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil;
geçmişin doğruluğunu kanıtlamış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler
yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor,
dinazorluğumla övünüyorum.”
Birinci Bölüm: Yaşlılık ve Ölüm
Bu bölümde Mina Urgan 82 yaşında kaleme almaya başladığı anılarını bir
kronolojik sıra içinde değil, çeşitli zamanlarda aldığı notlardan faydalanarak ömrü
vefa ettiği sürece tamamlamaya çalışacağını, ruhun ölümsüzlüğüne fakat öteki dünyaya
inanmayan biri olarak mutlaka hatırlanmak istediği için bu kitabı yazdığını
söyler.
Yaşamı boyunca çok sıkıntılı ve zor günler geçirmiş olmasına rağmen
direncini, yaşam sevincini, toplumsal olaylara olan duyarlılığını hiç kaybetmemiştir.
Yaşlılığın hiç utanılacak bir şey olmadığını, yaşını her zaman açıkça
söylediğini, ‘dinç’ olarak ayakta kalabilmesinin onun bir şansı olduğunu,
hastalıklarından devamlı yakınmak yerine onların üzerine gittiğini ve bütün bu
olumsuzlukların onu yıldırmadığını da sözlerine ekler.
Bir kız ve bir erkek evlat
sahibi olan Mina Urgan ‘ın oğlunun doğumu da çok ilginç olur.
Yazarın 1950 yılında fikir suçundan yatan arkadaşlarını cezaevinde
ziyaret etmek için gittiklerinde doğum sancılarının başlaması ve karlı bir
günde hastahaneye yetişmek için verdikleri mücadele gerçekten unutulmazdır.
Mina Urgan’ın hiç bir şekide tahammül edemediği şey egoist,
duyarsız, çevresindeki olumsuzluklara kulağını tıkayarak yaşayan insanların
varlığıdır.
Yine yaşlılıkta en zor olan durumun
“yalnızlık” olduğunu söyler … Yaşlılıkta özellikle gecelerin çok zor
geçtiğini yazdığı bir şiirle anlatır ve buradan da mezara, mezarlığa hiç
inanmadığını, insanların öldükten sonra nereye gömüldüklerinin hiç önemi
olmadığını, organlarının bağışlanmasının en doğru hareket olacağını, dinsiz
olduğu için de cami, namaz, dua gibi olayları istemediğini, cesur ve açık
yüreklilikle belirtir….
Her ne kadar başına büyük felaketler gelmiş olsa da, Mina Urgan hiç
bir zaman Tanrı’ya değil inandığı değerlere, kardeşliğe, huzur ve barış içinde
yaşamaya, toplumsal adalete sığınarak yaşamını devam ettirdiğini söyler.
İnsanların çoğu zaman mutsuzluklarını, felaketlerini kendi içlerinde
yaşayarak çevrelerini üzmemek için dertlerini içine akıttıklarını, gülümsüyerek
mutsuzluklarını gizleyebilmelerini, kendilerine gülebilmelerini çok önemser ve
insanlar için dostlukların ne kadar önemli ve emek verilmesi gereken bir olgu
olduğunun altını çizer.
Mina Urgan artık bu yaşlı günlerinde hayattan zevk almaya çalışmakta,
sahibi olduğu deniz manzaralı evinde oturabildiği için şükretmekte, Bodrum’da
bir küçük evi olduğu için ve özellikle ilkbahar, sonbahar ve bazen kışlarını bu
evde geçirebildiği ve kendi olanaklarıyla kendi hayatını yaşayabildiği için çok
şanslı olduğunu belirtir.
İkinci Bölüm: Çocukluk
“Şu anılarım başından değil
de, sonundan başladı nedense … Biraz da Laurence Sterne’ün Tristan Shandy’sine
benzedi. Daha 1760 yılında tüm modern’leri solda sıfır durumuna getiren Sterne
bu çok üzgün ve olağanüstü güzel kitabında Tristan Shand’nin yaşamını anlatır
sözde. Ne var ki romanın baş kişisi ancak ortalarına doğru dünyaya gelir. Ben
de anılarımı düzgün ve mantıklı bir planı uygulamaya koyarak yazmadığım için,
hangi yıl nerede doğduğumu, filan ancak şimdi yazabiliyorum.” (S.95/1.paragraf)
Mina Urgan 1916 yılında İstanbul’da doğar; dedeleri İstanbul’lu,
anneannesi ve babaannesi ise Çerkes’dir. Farsça bir sözcük olup, şarap kadehi ya da
mavi anlamına gelen “Mina “adını henüz 3 yaşındayken kaybettiği babası Tahsin
Nahit verir. Anadolu’da ip anlamına gelen “Urgan” soyadını ise , solculuğundan
dolayı nasıl olsa bir gün asılacağını
söyleyen Necip Fazıl Kısakürek önerir.
Annesi Şefika, babası Tahsin Nahit ve üvey babası Falih Rıfkı
Atay’dan söz eden yazar tüm kitabında annesinden’ Şefika ‘diye bahseder...
Mina Urgan yaşamı boyunca annesi ile
birlikte yaşar. Annesi onun rahat edebilmesi için elinden geleni yapar ve ev
işlerine hiç karıştırmaz. Evin geçimini sağlayan Mina Urgan, bu sayede
çalışmalarını rahatlıkla gerçekleştirebilir. İlk çocuğu oğlu Mustafa’ya kendisi bakar fakat kızı
Zeynep’i ise daha çok annesi sahiplenir. Ortaokulu bitirdikten sonra burs kazanarak
Arnavutköy Kız Koleji’ne devam eder. Urgan,
üvey babası Falih Rıfkı ‘ya çok düşkündür fakat Mina Urgan 15 yaşındayken
boşanırlar. Artık kişisel serveti de kalmayan anne Şefika Hanım; Falih Rıfkı’ya
tahammül etmek istememektedir ve oğluyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a döner. Bundan
sonra evdeki eşyaları satarak geçinmeye çalışırlar.
Çok cesur yönlerinin de olduğunu söylediği
annesinin Demokrat Parti seçimi kazandıktan sonra tek başına İsmet Paşa’nın
huzuruna çıkarak tüm düşüncelerini aktardığını ve milletin Demokrat Parti’den
medet umduğunu, fakat onların Mustafa Kemal devrimlerini ortadan kaldırmak için
çalışacaklarını ve Paşa’nın çok yanlış yaptığını söylemekten çekinmediğini
anlatır.
Solculuğundan dolayı 1960 yılında
üniversiteden atılan Mina Urgan annesi tarafından hiç suçlanmadığı gibi üstelik
destek görür.. Annesine büyük bir gönül borcu duyduğunu, onun sayesinde meslek
sahibi, bağımsız bir kadın olabildiğini ifade eden yazarın annesine büyük bir
saygı ve sevgi ile bağlı olduğunu anlarız. Şefika Hanım bir arkadaş gibi kızına
yol gösterir, onu yanlış yapmaması için uyarır ama hiç bir zaman baskı
uygulamaz. Kadınların ezildiğini ve toplumda yerinin olmadığını ve erkeklerin
egemenliği altında yaşamaya mahkum olduğunu söyleyenlere karşı çıkan yazar hiç
bir zaman kadın olduğu için değil ama solcu olduğu için haksızlığa uğramış
olduğunu söyler. Kadın erkek ayrımını yanlış bulan Mina Urgan bunun bir insan
sorunu olduğunu ve gerçek insanın kadınla erkeğin uyumlu bir karışım olduğunu
sözlerine ekler.
Hiç tanımadığı ve çok erken yaşta vefat eden babası “Adalar Şairi” olarak bilinen
Tahsin Nahit, şiirin yanı sıra tiyatro alanında eserler vermiş, Galatasaray
Lisesi’ni ve Hukuk Fakültesi’ni
bitirmiştir…Babasına çok benzetildiğini söyleyen yazar, babası ile ilgili
bilgileri de ailesinden çok Salah Birsel’in kitaplarından öğrenir.
O zamanlar çok yadırgansa da annesiyle bir
aşk evliliği yapan babasının çapkın olduğunu da ekler Mina Urgan ama üvey
babası Falih Rıfkı sayesinde babasının yokluğunu hissetmez, üvey kardeşini de
çok sever ve bir anne gibi korur, bakar…
Şakir Paşa ve Aliye Berger’den akrabaları
olduğu için bahsederken, Paşa’nın kızı olan Füreya’ya da kısaca değinir ve
anılarına ailenin büyük oğlu Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’den bahsederek
devam eder. Sevgi dolu, melek gibi bir insan olduğunu söylediği Cevat Şakir’i
sık sık görür
Çocukluğundaki iki önemli anısından
bahseder : Troçki’yi Büyükada’da sandalında nasıl gördüğünü ve yanına kadar
gittiğini ve Gazi Mustafa Kemal Paşa ile de nasıl dans ettiğini anlatır. Bir
düğünde karşılaştığı Paşa ile yanına giderek onunla sohbet eden ve Gazi ile
dansedişini hiç unutmayan Mina Urgan aşırı bir Kemalist olduğunu da belirtir…
Mustafa Kemal’in bu ülkeye kazandırdıklarını yakından yaşayan, O’nun devrimlerine şahit olmuş çağdaş bir Türk kadını olarak
Kemalist olduğunu sonuna kadar savunmaktadır.
Gazi Mustafa Kemal’in kişiliğinin
detaylarını çeşitli anılarla anlatan Mina Urgan’ın O’na olan tutkusu,
hayranlığı ve bağlılığı tartışılamaz..
Üçüncü Bölüm: Gençliğim
Arnavutköy Kız Koleji’ni bitirdikten sonra
Mina Urgan, Romanoloji denilen Fransızca, İtalyanca, İspanyolca türünden
dillerin ve edebiyatların öğretildiği “Fransız Filolojisi “ne girer ve sevdiği
mesleği seçmenin verdiği mutlulukla öğrenimini sürdürür. Yazar o dönem
Beyazıt’daki Üniversiteden, arkadaşlarından, Küllük Kahvesi ve Eminönü
Lokantası’ndan, kahveye gelen ressam ve şairlerden, Orhan Veli, Melih Cevdet ve
Oktay Rıfat ile buluşmalarından büyük bir zevkle söz eder…Yine o dönem Almanya’dan
kaçan Yahudi profesörlerden oluşan öğretim kadrosunun büyük bir şans olduğundan,
böyle bir eğitimi kaçırmamak için kendisine verilen bursu kabul etmediğiniden
ve hocalarla gezmelerinden de bahseder.
Mina Urgan’ı çok başarılı bulan Profesör
Leo Spitzer öğreniminin ikinci yılında asistan vekilliğine atanması için teklif
verir ve böylece akademik kariyerine ilk adımını atar.
Profesör’den öğretmenlik konusunda çok şey
öğrenir, tutkuyla bağlı olduğu mesleğini hocası sayesinde emekli olana kadar
zevkle sürdürür. Ses tellerinde oluşan bir problemden sonra ise ders veremez
ama kitap yazmaya başlar ve Thomas More
ve Ütopya kavramını ele alan ince bir
kitap, çok kalın bir Shakespeare ve Hamlet, 5 ciltlik İngiliz Edebiyat Tarihi, Virginia Woolf ve D.H.Lawrence üstüne incelemeler yayınlar.
1939 yılında Edebiyat Fakültesi Fransız
Edebiyatı Bölümünden mezun olur ve aynı yıl İkinci Dünya Savaşı başlar. Mina
Urgan burs alarak doktora yapmak üzere Paris’e gider. 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle
Fransa’dan ülkeye dönmesi gerektiği söylenir ve artık fiilen savaşın içine
giren Fransa’da kazandığı iki yıllık bursun da ödenemiyeceğini düşünerek, çok
özlediği İstanbul’a geri döner.
Dördüncü Bölüm: Gençliğimde Tanıdığım Bazı Kişiler
Mina Urgan 1940 da yeni kurulan Edebiyat
Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne asistan olur. Bölümün başına
İsmet Paşa tarafından da Halide Edip Adıvar atanır. Çok güçlü bir kişiliği olan
Halide Edip kısa zamanda bütün Edebiyat Fakültesi’nin başına geçer. Daha sonra
10 yıl boyunca doçentliğini yaptığı Halide Edip ile geçirdiği yıllar Mina Urgan
için sorunlu yıllar olur.
Mina Urgan annesinin babası Cemal Bey’in
Büyükada’daki köşkünde kalan yazarlar ve şairlerden de bahseder, en önemlileri Ahmet
Haşim ve Yahya Kemal’dir.
Ahmet Haşim’den büyük bir hayranlıkla
bahseden yazar onu çok zeki ve yetenekli bulduğunu, annesi ile çok iyi arkadaş
olduklarını, onların evinde çok vakit geçirdiğini ve Mina Urgan’ın edebiyat
eğitimine çok katkıda bulunduğunu anlatır. “Ahmet
Haşim’in kişiliği bana ne kadar çekici geldiyse, Yahya Kemal’inki de o kadar
itici geldi. Yahya Kemal usta bir şair, ama küçük bir insandı.” diyor Mina
Urgan kitabında…(S.211)
Yahya Kemal’i gurursuz, asalak, tembel,
çıkarcı, bencil ve kaskatı bir insan olarak olarak tanımlayan Mina Urgan ayrıca
onun iyi bir şair olmadığını, sadece Türkçe’yi iyi kullanan bir şair olduğunu,
geleneksel şiirimizin kalıplarını aşamadığını söyler.
Buradan yazar 17 Ekim 1987 de Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanan
Behice Boran ile ilgili anılarına geçer. ”Barışsever,
insan hakları savunucusu“ olarak bilinen Behice Boran ile yakın arkadaş
olan yazar onun haris olmadığını, eğer faşist eğilimlerin olduğu bir üniversite
de değil de hoşgörülü bir ortamda yaşasaydı, parlak bir kariyer yapabileceğini
ama ne yazık ki işinden atıldıktan sonra eyleme itilmiş olduğunu söyler ve yurt
dışından gelen iş önerilerini kabul etmeyerek ülkesinde kalmayı yeğlemiş,
yurtsever, vefalı dost, doğa sever, çok verici bir eş, iyi bir ev kadını olarak
tanımlar.
Aziz Nesin ile ilgili anılarında ise Mina
Urgan Nesin’in Türk aydınlarının onuru olduğunu söyler. Onun açıkyürekliliğini,
cesaretini, korkusuzca düşüncelerini açıklayabilmesini gıpta ederek anlatır.
Üniversite öğrencisiyken tanıdığı Abidin
Dino ‘ya gelince onun çok şaşırtıcı biri olduğunu hiç öğrenim görmediği halde, çok
bilgili, 3-4 dil bilen, çok konuda incelemeler yazan, ressam, karikatürist,
desen ve yontu yapan bir kişi olduğunu ve bunlarla da yetinmeyip yazı ve tiyatro
oyunu da yazdığını ilave eder..Abidin ve Güzin Dino ‘nun 40 yıl Paris’te
yaşadığını ama memlekette olan her şeyle yakından ilgilendiklerini, Komünistliğini
hiç bir zaman yadsımayan Abidin Dino’nun kanserden öldüğünü ve 1994 yılında ise
bu büyük ustanın bir heykeli yapılarak Özgürlük Parkı’na yerleştirildiğni
anlatır.
Bir rastlantı sonucu tanıdığı Neyzen Tevfik ise ilginç kişiliği ile yansır kitaba.
Onun ney’ini dinleme imkanı bulabilmiş olan yazar müziğinden büyülenir ve adeta
dili tutulur. Dipsoman olan ve krizinin geleceğini anladığında, kendiliğinden
Bakırköy Akıl Hastahanesi’ne giderek tedavi olan, nasıl geçindiği, nasıl ve
nerede yaşadığı bilinmeyen derviş gibi bir adamdır Neyzen. Bu hüzünlü müziğin
yaratıcısının, aynı zamanda bir taşlama ustası olmasının da şaşırtıcı olduğunu ekleyen
yazar, Neyzen ile çok sık beraber olduğunu, Neyzen’in bazen ortadan
kaybolduğunu ve yine ortada olmadığı dönemlerden birinde ise ölüm haberini
aldığını yazar.
Sait Faik’i ise Nurullah Ataç sayesinde
tanıdığını, çok iyi bir hikaye yazarı olan Sait Faik’in gerçek bir halk adamı
olduğunu, geçim derdi olmadığı için rahat dolaşan bir kişi olarak tanımlar. Bu
büyük öykü yazarının daha 60 yaşını tamamlamadan ölmesine çok üzüldüğünü söyler.
Sebahattin Eyüboğlu ‘nu yazar sanki
ağabeyi gibi sever ve kendine yakın bulur. Deneme yazarı ve çevirmen olan
Eyüboğlu Mina Urgan’ın hocası olur ve
ondan çok şey öğrenir. Karizması, sevecenliği ve otoritesi ile çevresindekileri
kendisine hayran bırakan bu edebiyat adamının gizli komünist partisi kurduğu
iddiasıyla tutuklanması ve haksızlığa uğraması, sağlığını kaybetmesine ve
ölümüne neden olmuştur.
Yazar çok yakından tanımak istediği ama
çok az birlikte olabildiği ve Türkiye’nin en iyi romancılarından biri saydığı Oğuz
Atay ve Nazım Hikmet’ten bahseder. Nazım Hikmet’i 15 yaşından önce gördüğünü,
oysa büyüdükten sonra yakından tanımak için görebilmeyi çok istediğini, annesinin
arkadaşının oğlu olduğu için Nazım’la bir kaç kez karşılaştığını ve 1938
yılında 38 yıl hapis cezası aldığında bir solcu olarak onun kendisi gibi
düşünenlerin şairi olduğunu çok iyi anladığını söyler.
Beşinci Bölüm: Siyasal
Yazar burada 20 yaşından itibaren solcu
olduğunu, solculuğunun memleketin geldiği bu son durumlar yüzünden gittikçe
arttığını, yoksul ama onurlu bir ülkede yaşarken çok mutlu olduğunu, bugün ise
milli gelirin dağılmasındaki inanılmaz uçurumlardan büyük üzüntü duyduğunu dile
getirir. Okulunun, zengin okulu olarak bilinmesine rağmen o zamanlar insanların
servetlerinin açığa vurulmasının çok ayıp sayıldığını, bugün ise inanılmaz gösteriş
merakı ve görgüsüzlüğün tahammül edilemez boyutlara ulaştığını söyler.
Burada yazar bir dinazor olduğundan gurur
duyarak, adaletsizlik üzerine kurulan bir düzene ayak uydurmadığını ve eski
çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil, geçmişin doğruluğunu
kanıtlamış ve yadsınamaz değerlerini geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık
olduğunu açıklar. “İnanılmaz buluşların
yapıldığı bu devirde, insanların yine beyin güçlerini kullanarak erozyon
yüzünden aç kalmayı, vahşi kapitalizm yüzünden birbirlerinin yamyamı kesilmeyi,
savaşlar yüzünden kıyıma uğramayı ve daha nice felaketleri önleyecek toplumsal
ütopyaları neden icat etmesinler ki?” (S251)
27 Mayıs 1960 da ülkemizde gerçekleşen
darbeden “devrim” diye bahseden Mina Urgan, profesörlüğe atanır, fakat 2 ay
sonra 147 öğretim üyesiyle birlikte üniversiteden kovulur.
Mina Urgan bir yıl önce boşandığı için
bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi vardır. Geçim sıkıntısı baş gösterir ve
dostlarının da yardımıyla bu zor durumdan çok çalışarak kurtulmaya çalışır.
27 Mayıs 1960 dan sonra farklı olarak, 12
Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de birbirinden berbat iki faşist dönem
yaşandığını, öğretim üyelerinin vurulduğunu, gençlerin toplu kıyıma uğradığını,
cenazeden, cenazeye koşulduğunu, hapishanelerde, gençlere, aydınlara, solculara
yapılan işkenceleri en detaylı şekilde anlatan yazar bu dönemde çok kısa bir
süre tutuklandığını da bizlere aktarır…
Altıncı Bölüm: Mina Urgan’ın
Albümünden
Kitabın son bölümünde yer alan fotoğraflar
yazarın geçmişini bize belgelemekte ve kitabın içerisinde yazdıklarını daha
özel kılmaktadır.
SON SÖZ
Yazar, kitabını önce el yazısıyla, sonra
da daktiloya çekerek yazar fakat henüz ilk sayfaları yazarken düşerek kaburgalarını kırar ve çok acı çeker.
İlerlemiş yaşı yüzünden büyük bir felakete dönüşen bu kırıklar nedeniyle
ümitsizliğe kapılarak artık öleceğini düşünür ve daha sonra ağrıları dayanılır
hale geldiğinde ise yeniden yazmaya başladığını anlatır..
“Bu dinazorun anlatmak istediği başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla
uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse, bakarsınız onları da yazar günün
birinde. Yani bu son söz, gerçekten bir son söz
değildir belki de.” diyerek sözlerine son verir. ( S:321)
Bu kitabı daha once okumadığım için üzüntümü belirtmek isterim. Bu özel insanı tanımayı, hiç değilse onu
dinleyebilmeyi çok isterdim.
Huzur içinde
uyusun!!!!