Buddenbrook ailesi'nin temsil ettiği burjuva sınıfı neden çökmüştür? 
Toplum ve birey arasındaki ilişki buna nasıl zemin hazırlamıştır?
       Buddenbrook ailesi, Thomas Mann'ın henüz 25 yaşındayken kaleme 
aldığı, 19.yy'da yaşamış burjuvazi bir ailenin, dört kuşak 
bireylerinin, toplum içinde sergiledikleri sosyolojik ve psikolojik 
tutum ve duruşları neticesindeki çöküşlerini anlatan ve kendisine Nobel 
Edebiyat Ödül'ünü kazandıran önemli eserlerinden biridir.
       19.yy 'da toplum ve birey arasındaki ilişkiler, burjuvaziyi temsil
 eden  Buddenbrook ailesinin bireyleri ışığında anlatılır. Burjuva 
kesimi, saray ile halk arasında kalan bir kısımdı. Saraylıların 
topraklarında yaşayan burjuvanın üzerinde asillerin  hakimiyeti söz 
konusuydu. Fakat zaman içinde burjuva, kirasını ödediği toprakları satın
 alarak hızla zenginleşme yoluna giren bir kesim 
oluşturmuşlardır. Aristokrasinin toplumda  yüzyıllardır devam eden 
egemenliği, Napolyon savaşları ile büyük bir darbe almış ve tahtlarından
 olan hükümdarların saltanatının bitmesiyle soylular sınıfı içinde çöküş
 başlamıştır. Aristokrasinin tahtının boşalmasıyla ezelden beri 
soylulara karşı büyük bir hayranlık besleyen burjuva sınıfı, soyluların 
yerini almakta ise hiç gecikmemiştir. Ezilenin başa geçme zamanı 
gelmiştir, ne de olsa yeni ezileceklere bir ezen lazımdır. Burjuvazinin 
yıllarca, kendini pasifçe aristokratların gölgesinde bileylediği 
yılların  ham meyvesi de böylelikle olgunlaşmaya başlar. 
       İşte
 Buddenbrook ailesinin bireyleri de ,paranın el değiştirdiği, 
burjuvazinin  başa geçip sanayi devrimine önderlik ettiği yıllarda 
babadan oğula geçen ticaret anlayışı ile zenginleşen ve itibar kazanan 
bir ailedir. Sistemi kurmuş olmalarının verdiği özgüvenle hareket eden 
bu ailenin yaşam portresinde burjuva sınıfının neden çöktüğüne de 
tanıklık edeceğiz. Buddenbrooklar zenginliklerine ve itibarlarına o kadar 
güvenirler ki gerçekte soylu bir aileden gelmemelerine rağmen kendilerini
 üst sınıf olarak görmeye başlarlar ve soylulara karşı olan 
hayranlıklarını ve onlar gibi olma hırslarını romanda sık sık dile 
getirirler. Nereden geldiğini unutma,kompleks ve aidiyet yanılsaması, 
toplumla araya çizilen keskin hat ve birey olma çabalarının arafta 
kalmış hallerini Buddenbrookların üçüncü kuşak çocuklarında çok net 
görüyoruz. Buddenbrooklar zaman içinde yitirilen hayatları, çökmüşlüğü, birey olarak kendi isteklerimize sahip çıkamayışımızı ve kendimizi 
gerçekleştiremediğimizi anlatan öte yandan toplumda meydana gelen 
siyasal ve kültürel değişikliklere gözlerimizi kapattığımızda ve pembe 
gözlüklerimizden ayrılamadığımızda içine düştüğümüz girdabın bizi nasıl 
yuttuğunu da gözler önüne seren bir dönem romanı.
       Buddenbrooklar'ın
 soylulara olan hayranlıkları ve esasen de soylu bir ailenin yaşam 
biçiminden eksik kalmayan ,zaman zaman ise aşırıya kaçabilen tutum ve 
davranışları, onları toplumda "ben ve ötekiler" konumuna getirmiştir. 
Esasen paradoks da burada başlıyor zaten. Uzun yıllar soyluların 
egemenliğinde ezilen ve sömürülen bir sınıf olarak varlığını sürdürmeye 
çalışan  burjuvazi değil miydi bunun savaşını vererek aklın önderliğinde
 varlığını ortaya koymak isteyen? Aydınlanma Çağı'nın parolası olan, Kant'ın ünlü sözü Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini 
göster! Evet Burjuvazi aklını kullanmış ,sermayeyi ele geçirmiş ve 
kendisini prangalarından kurtarabilmiştir. Fakat bu aydınlanma, egemen, 
yönetici, elit kesimlerle sınırlı kalmıştır. Bu kesim aslında sadece 
kendisini aydınlatmış, sahip oldukları yeni haklardan işçi ve emekçi 
halkı nasiplendirmemiş, esasen bunun gerçekleşmesinden de son derece 
korkmuşlardır. Halk sadece izin verildiği kadarıyla  burjuvanın aklının 
ışığında aydınlanabilirdi! Ezilenin başa gelince ezen olduğu hırs 
ideolojisi maalesef Buddenbrooklar'ın da gözünü bürümüş ve saltanatlarını
 korumak uğruna toplumda çıkmaya başlayan cılız seslerin gürültüsünü de 
duymaz olmuşlardır.   
       Sanayi devrimi ile birlikte ekonomi
 ve sosyal çevrede meydana gelen değişiklikler toplumda işçi ve emekçi 
sınıfının  gittikçe artmasına neden olmuştur.Burjuvazi zenginleştikçe 
emekçiler daha da fakirleşmiş ve zor ve yetersiz şartlarda çalışmaya 
başlamışlardır. Halk'ın emeği burjuva tarafından sömürülmeye 
başlanmıştır. Seçme, seçilme ve mülkiyet hakları yoktur.Tabi her 
sessizliği bölen bir ses mutlaka vardır.Ve emekçilerde zaman içinde 
sessiz dünyalarında seslerini çıkarmaya başlayacaklardır. Buddenbrook 
ailesi arka planda gelişen bu sosyolojik olaylara gözlerini kapamış, 
halk ile arasına mesafe koymuş, onu küçümsemiş ve kendisini üstün 
görmüştür. Evinizi son teknolojiyle izole 
ederseniz , dışarıda atılan çığlıklarıda duymazsınız.Buddenbrooklar'ın 
temsilinde burjuvazinin de başına gelen buydu.Zenginliğin ve daha çok 
kazanmanın dayanılmaz sarhoşluğu ve soyluluğun o gurur okşayıcı 
uyuşturucu etkisi , gerçekte varlığını yitirmeye başlayan dünyalarında 
pembe gözlükler takarak hayatı kendi varlıklarından ibaret görmeye neden
 olmuştur. Her daim ziyafetlerden ve davetlerden geri kalmamışlar , 
çevreye karşı hep mükemmeli oynamayı hayatlarının gayesi olarak 
görmüşlerdir.Soyluların çöküşünün  nedenlerinden biri olan lüks ve 
şatafatlı yaşam biçimlerini şimdi kendileri benimsemiş ve bunun 
kendilerini al aşağı edeceğini bile öngörememişlerdir.
       Birey olabilme, ancak topluma entegre olabildiğiniz  ve toplumla 
uyum içinde yaşayabildiğiniz sürece kabul görmektedir, Buddenbrooklar kendi içlerinde belki bireysel birer birey olarak 
varlıklarını ortaya koyamamışlardı ama aile halkasının içinde her biri, yaşadıkları toplumda edindikleri haklara  ve halka göre birer 
bireydi. Ta ki değişen toplum portresinden kopuşlarına kadar. Çünkü değişen topluma ayak uyduramaz, kendinizi o toplumdan 
soyutlayarak ve tepeden bakarak yaşamaya başlarsanız çöküşünüzde 
garantilenmiş olur. İşte birey ve toplum arasındaki denge sağlanamazsa 
içsel kapanışlar, kimlik arayışları ve içe çökmeler başlar. Hatalı 
evlilikleri, soyluluğa olan hayranlıkları nedeniyle şatafatlı 
yaşantıları, yeniliklere kapalı geleneksel tutumları, halka tepeden 
bakan ve hor gören tavırları, arka planda 19.yy 'ın getirdiği 
değişiklikleri ve yenilikleri yakalayamayan, her durumu, ticari 
varlıklarının korunmasıyla değerlendiren Buddenbrooklar'ın çökmeye 
başlaması da elbette tesadüfi değildir. Bütün bu yanlış hesaplar ve kendi
 gibi olamama durumu bu yok oluşun bir parçası olmuştur. Sonuç olarak, 
toplum ile aramızda oluşturduğumuz ilişkiler dengeli olmak 
zorundadır. Ötekini yaratmak sadece kendi yokoluşumuzu hızlandırır. Tıpkı
 Buddenbrooklar'ın oturdukları evi, ötekileştirdikleri Hagenströmler'e 
kaptırdıkları gibi. Uzun sözün kısası gün gelir devran döner sonra başka
 bir gün gelir başka bir devran döner, bu çarkın vazgeçilmez kuralıdır.
 Birgün ipek giysiler içinde o koltuğa  kimin oturacağı hiç belli olmaz!  

