Ya da
Çocukluğun Soğuk Geceleri
Bana Kaderimin Bir Oyunu mu?
Birkaç yılda
yabancılaştığım İstanbul kentinin
büyük boyutları içinde yalnızım. (Tezer Özlü)
“Bireyler ve kültürler kendi belleklerini dil, imge ve yinelenen
ritüellerle kurdukları interaktif iletişim yoluyla inşa ederler.”(A.Assmann;17) der Aleida Assmann. Gerek bireyler
gerekse kültürler kendi belleklerini kayıtlı medyalar ve kültürel pratikler
aracılığıyla organize ederler. Bellek öyleyse dünün zemininde hayat bulan bugünü,
anımsama ve unutmalar üzerine kurar. Edebiyat tarihinde kanon oluşturma
sürecinde ön planda olan, kurumlaşmış kültürel belleğin (J.Assmann; 55)
anımsattıklarıdır hep. Unutulanlar arasında yer alanlarsa genelde sembolik figürlerin yer almadığı,
marjinalleştirilmiş, ideal ölçüt olarak kabul görmeyen metinlerdir. Bovenschen’in “Kültürel tartışmalarda
dişil olanın temsilinin tarihi unutmanın tarihidir.” (Bovenschen; 65)
saptaması, unutulanlar arasında kadın edebiyatının da yer aldığını
anımsamamızda yardımcı olur.
Virginia Woolf[1]’un
kadınlar ve kurmaca yazın sorunsalını tartıştığı günden bu yana neler değişti?
Sanat ve bilimin üretim süreçlerinde para ve mekânın kullanımı bağlamında
görünür olan eril iktidarın metinlerdeki yansıması hangi boyutta? Kadın
yazarlar, ataerkil edebi pratiğinin hiyerarşik bakış açısından ne denli
bağımsızlaşabildi? Yazınsal metinde toplumsal cinsiyet kurgulanır mı? Kurmaca
yazın cinsiyete bağlı yazı stratejileri geliştirdi mi? Woolf’tan yıllar sonra,
bir başka iklimde kadının varoluş koşullarında çok fazla bir şeylerin değişmediğine
işaret eden Tezer Özlü[2], bu
ve bunun gibi daha birçok soruyu aklımıza düşürür. Çocukluğun Soğuk Geceleri okur olarak böylesi soruları sormamıza
kaynaklık eden temel metinlerden biri.
Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlatıcı anımsadığı çocukluk anlarını,
anılarını bugünkü hastalık durumundan geriye bakarak öyküler. Metnin kurgusu
geçmişin farklı görüntüleri ve bugün arasındaki zamansal ve mekânsal gidiş
gelişler üzerine yerleşir. Bugünkü hastalığın nedenlerini görebilmek için
anılarda arkeolojik bir çalışmaya girişir. Hastalık kaynağını küçük bir kız
çocuğunun kendine ait olmayan odasında bulur. Çocukluğun yaşandığı ev olumsuz
imgelerle, devlet memuru, küçük burjuva bir anne-babanın sevgisiz, şefkatsiz,
dahası öfkeli anılarıyla doludur. Metnin temel izleği olan yalnızlığın ve
hüznün temelleri burada atılır. Gürbilek, anlatıda Özlü’nün “Çocukluğu bir ‘tutukevi’ bir ‘sürgün’ olarak tarif” ettiğini
vurgulayarak tüm yazılanların “hep
çocukluk sıkıntısına geri döndüğünü” (Gürbilek; 70-71) söyler. Bu çocukluk
sıkıntısı öykülemenin ilerleyen sayfalarında öfkenin, umutsuzlukların,
çaresizliklerin de kaynağıdır.
Öfke içinde büyüyoruz. (…) Yaşam
yalnızca sokaklarda (s.21)
Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü.
O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.
Yazarın kültürel ve toplumsal
yapının yansımalarıyla inşa edildiğine işaret ettiği ailedeki kadın-erkek
rolleri metinde sabittir. Anlatıda sözü edilen kız çocuğuna klişeleşmiş roller
aktarılır ve bunlar arasında korkular, yalnızlıklar, yasaklar ve hiçe
sayılmalarla büyütülür, eğitilir. Hastalığının bugününden geriye dönüp
baktığında anlatıcının görebildikleri, yalnızca dönemin akılcı, normatif,
cinsiyetçi düşünce biçimiyle kendi bireysel varoluş koşullarına ket vurulmuş olduğudur.
Böylesi bir çocukluk döneminin kadının bedeninde ve ruhunda nasıl etkiler
bıraktığı, hastalık üzerinden bir varoluşun ve bir “ben” imgesinin nasıl kurulduğu
anlatılır. Toplumsal cinsiyetin kurgulanış biçimine ilişkin klişelerdeki ezberi
bozar Özlü ve cinsiyet kimliğini evrensel bir kategori olarak yeniden görünür
kılmaya çalışır. Geleneksel edebiyatın eril duruşuna karşın kavramları yeniden
kodlamayı dener, yalın, dişil bir anlatım biçimi denemesi olarak öyküler
metnini. İçeriğiyle olduğu kadar biçimiyle de metin toplumsal normlar, ama aynı
zamanda döneminin edebiyat kanonunun da karşısında yer alır.
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde öyküleme doğrudan babanın kim
olduğuyla başlar. Anlatının başkişisinin öyküleyen bir ‘ben’ olmasına karşın
okurun karşısına ilk önce babanın çıkartılmış olması, anlatı kişisinin
yaşamındaki başatlığını gösteren ilk ipucu olur:
Bir zamanlar
beden eğitimi öğretmenliği yapmış babam, düdüğünü saklamış. Sabahları çizgili,
bol pijamasını çıkarmadan düdüğünü öttürüyor.
- Nazlıydın
niçin geldin askere? Hadi kalk! Hadi kalk! Borazan gibi bir sesle bağırıyor.(…)
Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor.(…)Babamın
kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyor(s.7)
Sabahları düdük öttürerek çocuklarını
uyandıran,
Çalışma masasının karşısındaki duvara baba öğütlerini
asıyor:
Yavrularım,
1- Işık soldan gelmeli. 2- Kitap gözünüzden 30-45 cm
uzaklıkta durmalı. 3- Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı vb…… Bu vatana
hayırlı evlatlar olmanız isteği ile başarılar dilerim. Sevgili ve cefakar
babanız. Ad. Soyadı. İmza.
Evde uyulması gereken kurallar
listesini hazırlayan baba otoriter, baskıcı tavrıyla çocuklarına kolektif
kimliğin dişil ve eril rollerini dikte eder. Emekli bir beden eğitimi öğretmeni
olan baba, militarist tavrıyla çocuklarından cinsiyet rolleri sabitlenmiş iyi
birer vatandaş yaratmayı hedefler. Böylelikle kendi ailesinin geleceğini aile
bireylerinin kolektif kimliğin bir parçası haline getirerek onlara bir aidiyet
mekânını garanti altına almış olacaktır. Esnekliğini yitiren değerlerin ve
normların çocuklara aktarımıyla babanın açısından bakıldığında ne de olsa
kültürel belleği sabitleyecek ‘sağlıklı’,’düzenli’, “uyumlu” vatandaşlar
yetiştirmiş olacaktır.
Gerek toplumsal cinsiyet tasavvurlarında gerekse kolektif belleğin
kurgulanmasında etki eden değer ve normlar toplumsal ve politik iktidar
ilişkilerinin sürekliliğine ve sabitleşmesine yol açar (Nünning 183). Baba
sorumluluk ahlakı, otoriter kimliğiyle aile içinde toplumun eril iktidarının
temsili halini alır. Evde mantıklı bir kurum yaratmak sevdasıyla tüm aileyi,
özellikle de kız çocuklarını kontrol şemsiyesi altında tutmak ister. Böylelikle
kontrol altında tutulan kız çocukları babaya göre, uyumlu, iffetli, iyi birer
vatandaş olarak: Touraine’in “Büyü
bozumu, dünyevileştirme, akılcılaştırma, meşru akılcı otorite, sorumluluk
ahlakı” (Touraine, s.45) gibi kavramları üzerinden modernlik projesinden
paylarını alacaklardır. Baba ne de olsa kültürel belleğin oluşum sürecine
katkıda bulunarak ortak bir toplumsal kimliğe ait olabilmeyi asıl hedef olarak
seçmiştir. Bundan dolayı da en önemli erdem çocuklarının bireysel kimliklerinin
gelişmesinden çok “ideal olan, insanın
bir yurttaş olması ve kişilerin özgül erdemlerinin ortak iyiliğe katkıda bulunmasıdır”
(Touraine; 46).
Bu ideali gerçekleştirebilmek
için baskı ve otoritesiyle baba, evdeki merkezi iktidarın ta kendisi olarak
aile bireylerini, kendisine tabi kılarak, onları evcilleştirmeyi amaç edinir.
Kendi iradeleriyle yaşamlarını sürdürebileceklerinden kuşkuludur çünkü.
Gelgelelim tüm bu ‘terbiye etme’ çabaları anlatıcı tarafından istenilesi bir
durum değildir elbette. Anlatıcı açısından bakıldığında, babanın bu çabalarının
ürünü cinsiyetçi konumlandırmalarında gittikçe mutsuzlaşan, umutsuzlaşan,
yalnızlaşan ve zamanla aidiyetini yitiren bir kız çocuğunun öykülendiğini
görürüz. Çocukluğunda görünmez olduğu anları, anıları öyküleyen anlatıcı,
kendisine sürekli toplumsal cinsiyetinin altını çizen buyruklar, gelenekler ve
kurallardan yorgun bugünle dün arasında gider gelir. Bu çocuk, zamanla kendisine
sunulan yaşam biçimi ve toplumsal cinsiyet normlarıyla yersizyurtsuz bırakılmış
hasta bir kadına dönüşecektir. Sadece baba değildir evdeki eril iktidarın temsili.
Kendine ait bir odası ve kitapları olan “oğul” da ayakkabılarını temizleterek,
evin içinde kendi bireysel alanını belirleyip izinsiz bu bölgeye kimseyi
sokmayarak iktidara talip olduğunu ev halkına hissettirir.
Toplumsal cinsiyet sürekli inşa halindedir,
tanımları da yaşanan koşullar ve dönemsel etkilerle farklılaşır. Bu gerçekliği
göz önünde tutarak metne baktığımızda, metindeki kadın anlatıcının kendine
sunulan rol modellerin sınırlarına sığmadığını, bunun için de kendini sürekli
bulunduğu yeni duruma göre yeniden öyküleyerek inşa ettiğini görürüz. Anlatıcı
çocukluğunun ilk yıllarında deneyimlediği kişisel boyutu kültürel belleğiyle
ilişkilendirir. Kendisine dayatılan ve metinde ağırlıklı olarak baba tarafından
dikte edilen hayatı, bireyi tek tip vatandaşa indirgeyen değerleri ve
cinsiyetçi normları reddeder. Kadın ve erkek rollerinin yüzyıllardan beri
ataerkil bir zihniyetle sabitlenmiş olması Özlü’nün metninde eleştirinin odak
noktasını oluşturur.
Aydınlanma çağından bu yana mutlak tanımları
yapılmış cinsiyet rollerine göre eril düşüncenin karşısında dişil bir duyarlılığın,
kavramsal soyutluğun karşısında bedensel somutluğun, zorunlu düzenin karşısına
anarşist bir karmaşanın, erkek cinsi karşısındaysa kadın cinsinin yerleştirilmesiyle
tanımlanan stereotipiler hiyerarşik bir dünya görüşünün uzantılarıdır. Özlü’nün
Çocukluğun Soğuk Geceleri anlatısı,
bize bir kez daha böylesi tanımlanmış ikili karşıtlıkların, stereotipilerin
kadının kendi bireysel kimliğini kurma, seçme düzenlemede ona ne denli varlık
alanı bırakabileceği sorusunu yeniden sordurur. Metinde karşılaştığımız baba
figürünün başatlığı bağlamında, kadın kimliğinin sürekli ataerkil iktidar tarafından
kurallarla belirlenmesi ve bedeninin adeta bir tutsağa dönüştürülmesini Nazan
Aksoy şöyle açıklar:
Erkek
dünyasındaki baskın düşünceye göre, kadın bedeni kişisel bir beden olmaktan
çok, topluma aittir; milliyetçiliğin ve kültürel kimliğin dokusunu tahrip etme
tehdidini taşır, kadın kimliğinin bastırılmış bir bedende sabitleştirilmesi
erkek iktidarını güçlendirir (Aksoy; 55).
Ailede başlayan gözlem ve kontrol
mekanizması okulda da devam eder. Erkek lisesinde papazlar, kız lisesindeyse
rahibelerle bize bir ortaçağ imgesi sunar anlatıcı. Ailenin reisi baba imgesine
bir de ortaçağ imgesiyle bir başka ataerkil kurumla karşılaştırır okuru. Karanlıkta
yaşayan, kadın olduklarına ilişkin tek simgenin giysileri olduğunu dile getiren
anlatıcı, her türlü düzenin bu rahibeler tarafından kurulduğu gibi, kontrolün
de fazlasıyla yine aynı kurumsal ortamda gerçekleştiğini dile getirir. Kadın
olmalarına karşılık ataerkil bir kurumun temsili figürleridir rahibeler. Bu
bağlamda da eril olanın korunmasına hizmet ederler. Gündelik hayatın
ayrıntısına gizlenmiş dayatmacı, baskıcı sistemi metinsel düzlemde bir başka
biçimiyle aktarılır. Anlatıcı temelde hiyerarşiye dayalı, ayrımcı ve cinsiyetçi
bu sistemin ideolojisini öyküleyerek eleştirir. Okulda bir kez daha kadın ve
erkek rollerinin toplumsal belirlenimlerinin farklı bir kültürün burjuva
sınıfının cinsiyetçi bakış açısıyla sabitlendiğine tanık olur.
Aile ve okuldan sonra metinde hakim
iradenin temsili bir başka kurumda, hastanede karşımıza çıkar. Her biri
ataerkil kültürel geleneğin ortak diliyle konuşan kurumlardır. Aile kurumu
içinde kız, erkek çocuklarına verilen evcilleştirmeye yönelik eğitimle başlayan
süreç, okuldaki rahibelerin dinsel, cinsiyetçi geleneklerle perçinlenmiş
kurallarıyla ve hastanede yine kapatma üzerine ama bu kez bilinmeyen kurallarla
kurulan mutlak disiplin, birbirine eklemlenmiş eril iktidarın farklı biçimdeki
yansımalarıdır. Kontrol mekanizmaları, kültürel bellek yazıya yansıdıkça
onların hasta edici yanını daha yakından tanır okur. Hastane bireyin tıbbi
tedavisine, hastalığının teşhisine odaklanan bir kurumdur. Böylesi bir düşünce
biçimine dayanarak, hasta burada kişisel özelliklerinden soyutlanır, salt tıbbi
bir nesneye dönüştürülür ve böylece zapturapt altına alınır. Hastanede itaat
etmek, karşı koymamak temel görevlerden biridir. Aksi durumlarda
sorgulanmaksızın cezalandırılır. Hastane personelinin uyguladığı koşulsuz
şiddet, hastane ortamında legalize edilmiştir:
Sigara tablası bulamıyorum. Sigaramı yerde
söndürüyorum. Hademe üzerime saldırıp, suratıma bir yumruk atıyor. Şaka
yapıyorsa, ne biçim şaka bu? Yumruklarına devam ediyor. İnanılır gibi değil.
Ağzım burnum kanamaya başlıyor. Direndikçe, beni dövüyor (…) Öldürmediğine
şükür. Hızını alamıyor. Gidip deli gömleği getiriyor. Beni önce gömleğe
bağlıyor. Sonra kollarımı gerçek uzunluğundan daha da çekerek, demir karyolanın
baş kısmına bağlıyor.
Artık burada yapılacak şoklara karşı direnmenin hiçbir
anlamı yok. Nasılsa yapılacak. Kurtuluş
yok. Kapılar kilitli. Demir parmaklıklarla kapalı (…) Yatağa uzanıyorum. Küçük
dikdörtgen biçiminde sert, tuğla renginde bir şey veriyorlar ağzıma. Onu
ısırırken mi gözlerimi kapatıyorum? Ya da gözlerimi kapayıp mı onu ısırıyorum?
Bir an ölümün, bilinmeyenin, hiçin içindeyim (s.50)
Aslına bakılırsa hastalık
tabulardan, normlardan, babadan, aile ve okuldan uzak tutar onu. Modernist
aklın kurduğu sisteme karşı duruş biçimi olarak hastalığın betimlenişi, metinde
dişil bir bedenin ve belleğin de okunuşunu olası kılar. Beden deneyimlediği ve
onaylamadığı sisteme metinsel düzlemde, yazarak ve kendisini anlatarak karşı
durur. Hastalık, bedenin sisteme karşı ürettiği bir varoluş alanı halini alır. Ancak
yaşadığı toplumda yine kendisini çelişkilerin ortasında bulduğu bir durumla
karşılaşır ki, o da hastalığın tedavisi için hastaneye yatmak zorunda
olmasıdır. Üstelik bu hiç de kısa bir
süre değildir:
Büyük bir coşkuyla başlayan hastalık, beni Ankara’dan
İstanbul’a getirmiş, büyük kentin ortasındaki sinir hastanesinin bu sevimsiz
odasına sokmuştu. Yirmi dört yaşımda girdiğim bu odada büyük coşkularım,
duyarlılığım, düşüncelerimin sınır tanımaz özgürlüğü korkusuzluğum beş yıl
süreyle elimden alınacaktı. (s.34)
Hastalık, modernist değerler
sisteminde iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili karşıtlıklar açısından
bakıldığında sağlığın karşıtını oluşturan bir anlam içerir. Böylesi bir
değerler sisteminde yer aldıklarından her ikisi de değerlerin ve normların
aktarıcısı halini alır. Tarihsel, toplumsal koordinatları bulunan hastalığın
aslında toplumsal normların sorgulanması bağlamında karşımıza çıkabileceğine
işaret eder Thomas Anz. Hastalığın Özlü’nün metninden yola çıkarak, eril aklın
yönetiminde olan her türlü kurumun çatısı altında üretildiğini söylemek
olasıdır. Bir başka deyişle hastalık patolojik toplumsal kurumların ürettiği
bir durumdur. Anlatıda hastalık, aynı zamanda toplumda hâkimiyet kuran
kurumlara, eril erke karşı durma ve kendi kadın benliğini sabitlenmiş rollerden
bağımsızlaşmayı deneyimleme denemesidir. Hastaneden bütüncül imgelerle
karşılaşmayız. Zamansal ve mekânsal art ardalığı olmayan görüntüler gelir
karşımıza. Muğlak zamansal birimler aktarılır. Hastanede geçen günler kolay
değildir, ancak dışarısı da bir o kadar kuşatılmış ve insanın yaşam alanını
daraltmış durumdadır anlatıcı için. Sık sık intiharı düşünür. Bir keresinde onu
izleyen ölüm düşüncesine yenik düşerek intihar girişiminde bulunur. Sonuç yine
hastanenin kimin tarafından konduğu bilinmeyen kurallarıyla yönetilen eril
ortamına geri dönmektir:
Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi
öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. (…)Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum.
Sanki bir deniz kentinde
Hep kırlar. Esintiyle birlikte otlar arasında bir
başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.
Kirli bir yastık kılıfı görerek uyanıyorum. P.K.
harflerini okuyorum. Kafamda hep Psikiyatri Kliniği çağrışımı uyanıyor. (s.12)
Hastane, korkular, yalnızlıklar
ve umutsuzluklarla dolu bir mekândır. Ancak buradaki korkularının kaynağı,
sadece ölümle eşdeğer gördüğü salt elektroşoklar olarak algılanmamalıdır; bu
aynı zamanda hastanede yaşadığı cinsel tacizlerin, şiddetin bir tezahürü olarak
ortaya çıkar.
Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha
kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku. (s.51)
Herkes yalnızdır bu ortamda.
Aralarında ortak bir kodla hareket edenler sadece hastane çalışanlarıdır. Erkek
doktorlar hastalarını iyileşme vaadiyle birlikte olmaya zorlarlar. Hastaneye bir
kez daha gelme korkusu taşıyan çaresiz genç kadınlar bu isteklere boyun eğmek
zorunda kalır. Ne işlenen suçun cezası ne de suçun kendisinden söz edilir.
Kurumsal iktidarın mutlak yönetimi disipline etme teknikleriyle hastaları
kendilerine itaat etmeyi zorunlu kılar:
Doktorlar (…) iyileşmeye başlayan genç ve güzel
hastalarını, Beyoğlu’ndaki garsonyerlerine çağırıyorlar. Hasta, yeniden
hastalanacağım, gene bu adamlar bana bakacak korkusuyla gidip onlarla yatıyor.
Çünkü hastanelerin düzeni korkunç. Buralarda kimse kalmak istemez. Eğer
yaşamından vazgeçmek istemiyorsa. Çirkin ve yaşlıların yüzüne kimsenin baktığı
yok.(s.43)
Bir başka örnekte anlatıcının da
benzer bir tacize maruz kaldığını anlarız. Kadının bedeni sürekli başkalarının
yönetimine açık bir durumdadır. Kendi bedenini kontrol etme özgürlüğü elinden
alınır, başkaları tarafından denetlenir. Otoritenin, disiplinin ve şiddetin karşısında
çaresiz bırakılır:
Ertesi gün, yıllar önce, lise öğrencisiyken beni
odasına kilitleyen, üzerime saldıran doktoru görüyorum. Profesör olmuş.
-Benimki herkese kalkmaz, ama sen çok ilginç bir
kızsın, sana kalktı,
demişti (s.49)
Metinde steryotipler sadece erkek
figürler tarafından temsil edilmez, kendisini eril iktidarın bir parçası olarak
gören kadın figürler de vardır metinde; sözgelimi hastanede erkek arkadaşlarını
misafir eden bir hemşirenin, anlatıcıyı arkadaşına göstermek için zorla soyması
hastanedeki şiddetin bir başka yüzüdür. Doktorlarda olduğu kadar hemşire
tarafından da verilebilen emirler hastanın itaat etmesiyle karşılık bulmak
zorundadır. Eril düşünce yapısını benimseyerek güç ve güçlüden yana olan bir kadının
portresi öykülenir hemşireyle:
Akşamları şişman hemşirenin sevgilileri geliyor
hastaneye. Beni de odasına çağırıyor. Kendisi, masanın gerisinde oturuyor.
Sigara içiyor. Güzel bir çay hazırlatmış. Lacivert önlüğünü, kepini çıkarmış,
günlük bir giysi, ince topuklu yüksek ayakkabılar giymiş(…).Karşısındaki mavi
plastik koltukta sevgilisi oturuyor (…).
Hemşire:
-Bak, bu soyunsun da gövdesini gör, çok güzel,
diyor(…).
Soyunmazsam, ertesi gün doktora şikayet ederler. Çok
hasta olduğumu, bana şok yapılması gerektiğini söyler. Bahçeye salmaz. Çay
vermez. Üzerimdeki geceliği çıkarıyorum (s.42).
Anlatıcı için hastalık
dönemlerinin son bulduğu zaman dilimlerinde, klinikten dışarıya çıktığında
karşılaştığı toplumsal durumun da çok sağlıklı olduğu söylenemez. Her defasında
farklı olaylarla karşılaşır. Kimileyin arkadaşları, ağabeyi tutuklanır,
kimileyin terör olayları ülkeyi sarsmış olur. Kendi hastalığına paralel olarak
toplumun da benzer bir hastalığa tutulmuş olduğunu satırları arasında gösterir
yazar:
1971 ilkbaharı. Garip bir ilkbahar. Öncekilerden daha
sıcak. Olaylar ülkeyi kavuruyor.(…) Radyolar sürekli olarak İstanbul’daki
tutuklamaları veriyor, arananların adlarını sayıyor. Bu haberlerde sert bir
terör var(…)Ağabeyim hemen tutuklanıyor. Ama olaylar sanki uzaktan yansıdığı
kadar korkunç görünmüyor. Terör de, günlük yaşam içinde gizlenmeyi biliyor
(s.44-45)
Foucault “hastalığın düzeni yaşam dünyasının kopyasından başka bir şey değildir”
der. Metinde gerek kamusal gerekse özel alanda hakim iradenin kurumlar
aracılığıyla her alana yayılmış olduğu, bununsa sıkça yinelenen bir hastalık
gibi nihai bir tedavisinin de bulunmadığının altını çizer Özlü. “Orada da burada da aynı yapılar, aynı
dağılım biçimleri, aynı düzlemde geçerlidir. Yaşamın rasyonelliği onu tehdit
edenin rasyonelliğiyle aynıdır (…) Hastalıkta yaşamı buluruz, çünkü hastalık
bilgisini, ayrıca yaratan, yaşamın kuralıdır”.
Kendini her şeyi bilen tanrısal
eril bir anlatıcının koltuğunda konumlandırmak yerine anlatıyı dişil bir
anlatıcının bireysel bakış açısıyla öyküler. Kendine sunulan rol modellerin
dışında bir hayat sürdürmeyi yeğleyen bir kadının iç dünyasından belirlenir
anlatı konumu. Yaşama dair tüm soruların yanıtlarını vermeye, tüm anlamlara
ulaşmaya da çalışmayan, kendini deneyimleyerek ve öyküleyerek gerçekleştirmeye
çalışan bir kadındır bu. Bedeni, hastalığı üzerinden anlatır kendini, bir de iç
dünyasına yönelir. Toplumsal normlardan, tabulardan yorgun düşmüş bir kadının
çevresinden çok, içe bakışıdır. Kendi gerçekliğini ve bireysel kimliğini
deneyimleme arzusunun metne dönüşmesidir. Ürettiği imgeler de, haliyle, kendine
ait, klişelere pek sığmayan dişil imgelerdir daha çok.
Toplumsal cinsiyet kültürel
anımsamanın ve gelenek inşasının bir ürünüdür. (Schössler, 175).
Bunun için de bedenin algıladığı,
maruz kaldığı, depoladığı her türlü deneyimin kültürel göstergelerle
donandığını gösterir anlatıcı. Bu göstergeler kültürel belleğin izlerini taşır.
Anlatıcı böylesi bir ortamda kendi bireysel tarihine bakarken verili kodlardan
çok kendi bedeninin algısı üzerinden yazmayı yeğler. Tarihin en küçük
birimlerinden gündelik hayatın ayrıntılarının anımsanmasıyla yazılır bu kadın
anlatıcının bireysel tarihi. Eril ilkelerle belirlenmiş sınırların dışına çıkan
bir kadın dünyası, edebiyatın arşivlerinde kendi yerini hazırlar.
Dişil bir anlatıcının dişil bakış
açısıyla kadının yaşamına duygu ve düşünce dünyasına odaklandığında dişil
deneyimler ve dişil gerçekliğin algılanmasının değer kazandığının altını çizer
Nünning. Böylelikle okur, öykülenen dünyada başatlık gösteren insan üstü,
normların temsilcisi eril kurmaca bir anlatıcının bakış açısından bakmaz artık
(Nünning; 170) Kendisini anlatmaya başlayan dişil anlatıcı marjinalleştirilmiş
kadın deneyimlerini ve kadına ait öznelliği görünür kılar. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlatıcı ilk cinsel deneyimleriyle
birlikte heteroseksüelliğin de tüm diğer tabular gibi mutlak bir değer
taşımadığın söyler. Cinselliğin de tıpkı diğer sınırlar gibi aşılabilirliğini
ve tensel ilişkinin temelinin sevgi ve sıcaklık olduğunu öyküler:
Süm, kuzenlerim ve benim aramdaki cinsel ilişki,
çocukluktan çıkışımıza dek sürüyor.
Yalnız kalabilmek için olanaklar yaratıyoruz. Sonra soyunup birbirimizin
üstüne çıkıyoruz.(s,22)
-Ben büyük bir erkek kadın ayrımı yapmıyorum. Önemli
olan yanındaki insanın sıcaklığı ile kendi bedenini birleştirmek, ikisinin
kaynaşması. (s.31)
Bu ve bunun gibi örneklerde yazarın
cinsiyet kimliklerinin değişmezliğine, sabitlenmiş normlarla yapılandırılmasına
ve buna dayanan yazınsal kategorilerin belirlenmesine de karşı kuşkuyla
baktığını metnin kurgusunda ve ifade biçimlerinde buluruz. Metnin kurgusu
geleneksel anlatı biçimlerinden, logosentrik düşüncenin uzantısı olan anlatı
tekniklerinden uzak durur. Geleneksel anlamda bir olay kurgusu yoktur.
Anlatıcının bilinç ve algı alanından metne yansıyan imgeler art ardalık
ilişkisine ters düşer. Bilinç akışı tekniğiyle yazılmış olması bilincin
dün-bugün ve olası anlar arasında gidip gelmesinin sonucudur. Metnin bir giriş
ve sonucu olmadığından kapalı bir anlamı da üretmediğini görürüz. Doğrusal
düşüncenin yansıdığı eril anlatı biçimlerinde görüldüğü gibi çizgisel değil, yanıtsız
bırakılan sorular, kesik kesik düşünceler, farklı zaman ve mekân dilimlerinin
yanyanalığıyla kurulmuş labirentvari bir yapıya sahiptir. Dilbilgisel yapısıyla
bütüncüllüğü hedefleyen kültürel kodlamaya eleştirel yaklaşır. Kesintiler yarım
bırakılmış düşünceler, hayaller, anılar, çelişkiler, duygusal dışavurumlar
dilbilgisel yapılara yansır. Yarım kalmış, noktalama işareti kullanılmayan,
büyük harfin önemini yitirdiği art arda sıralı sözcüklerden oluşan cümleler
bulmak olası. Anlatı öğeleri belirli bir düzen içinde sistematik olarak
öykülenmez. Duygu ve düşüncenin önceliği belirler anlatı düzenini:
Ama ben o ölüm ortasını yaşadım. Ve işte şokun tam
ortasındayım. Elektroşok verilirken düşünüyorum ve duyuyorum:
“…İşte şimdi olaylar o denli ileri gitti ki, bana
elekroşok veriyorlar / belki de beni eleştroşokla konuşturma yöntemine
gidiyorlar / doktor eve gelmiş olmalı / üstelik elindeki şok gereci garip bir
gereç / tahta bir boyacı sandığı gibi / kim bilir belki de elektriği iyi
ayarlayamadı / ya da kent ceryanı işte / yükselir alçalır / ve öldürür insanı /
ve işte beni şimdi evimde şok komasına soktular / konuşturuyorlar mı /
konuşuyor muyum / bana bunu yapmamalıydılar / bir gizim yok ki / …”
(s.47)
Sabitleşmeyen bir kimlik
algısının aktarılışı, bütüncül olmayan bir metin biçimiyle gerçekleşir. Anlatıda
sabit kalan neredeyse hiçbir şey yoktur. Hep aynı mekânda yaşamak, aynı anlatı biçiminde ısrar etmek, tıpkı
normlarla sabitlenmek istenen kimlikler kadar uzak ve istenilesi olmayan bir
seçenektir onun için. Anlatı kişisinin dışında metinsel düzlemde doğrudan
farklı figürlerle karşılaşmak pek olası değil. Baba, Buni, Süm ve diğerleri hep
anlatıcının bilinç düzleminden, algı süzgecinden geçerek metne yansır. Kendi iç
dünyasının odağından öyküleyen anlatıcı, genelde kısık ve yüksek sesli
monologlarla ifade eder kendisini toplumsal olayları aktarır, sözlü ya da
sessiz göstergelerle çekilen kişisel acıları anlatır diğer monologlarında.
Metin içi kurguda dişil belleğin
ve dişil bedenin tarihini bulmak olası. Bir kadının belleğinde çocukluğundan bu
yana neler biriktirdiğini ve deneyimlediğini sadece kendi olmak isteyen bir
anlatıcının ağızından öykülenişine tanık oluruz. Anlatıcının metinde kendi
bedenine, duygu dünyasına odaklanışı hastalığını bir kaçış, bir varoluş mekânı
olarak duyumsaması başlı başına ataerkil toplumda kendisini dişil bir birey
olarak gerçekleştirememesinin göstergesidir.
Bir kız çocuğu, bir kadın, bir
hasta olarak yaşamanın getirdiği zorlukları, aşağılanmışlıkları, aile, okul ve
hastane anılarının onu ne denli yorduğunu, savaşarak yitirilen yılları,
başkalarının yönettiği hayatını, duygusal kırılganlıklarını okuruz satır
aralarında… Bir de tüm bu koşullarda ürettiği korkularını, saldırganlıklarını,
yılgınlıklarını, teslimiyet ve karşı koyuşlar arasındaki gidiş gelişlerini
buluruz metinde. Ancak tüm bunlar anlatıcının eşitliğini, özgürlüğünü, bireysel
varoluşunu engelleyen etmenlerdir. Kendisinden sıkça onu rahat bırakmalarını
istediğini, kendi doğasının, içgüdülerinin ona rehberlik etmesini arzuladığını
duyarız:
Bizi bıraksalar. Ben onun dizlerine yatsam.
İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın
geliştireceği sevgi içinde büyüsek. Ana karnındaki çocuk gibi. (s.9)
-Beni rahat bırakın, rahat dolaşmak, dilediğimi yapmak
istiyorum,
diyorum (s.45).
Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürüp,
demir parmaklıkların gerisine kilitleniyorum (s.45)
Tezer Özlü bireysel kimlik ve
yazın arasındaki ilişkiyi ataerkil bir söyleme karşı entelektüel bir kadının
görünür kılınmasıyla kodların yeniden gözden geçirilmesini sağlar. Toplumsal normlar ve değerlerle şekil alan
kültürel belleğin kurgusunun karşısına kendi metninin kişisel, iletişimsel
kurgusunu koyar. Bütüncül, hiyerarşik, otoriter olan eril davranış sistemine
karşı kendi dişil anlatımıyla bireysel belleğini kurgular. Belki kimi okurların
bitmiş tamamlanmış bir kimlik imgesi beklentisini karşılamaz Özlü’nün anlatısı,
ancak olası bir Türkçe yazan kadın edebiyatı tarihi yazımında yapı taşlarını
oluşturacak metinlerindendir.
Kaynakça
Aksoy, Nazan, 2009, Kurgulanmış Benlikler, İletişim
Yayınları.
Anz, Thomas, 1989, Gesund und Krank, Metzler Verlag.
Assmann,
Aleida, 1999, Erinnerungsräume, C.H.Beck’sche Verlag.
Assmann,
Jan, 2001, Kültürel Bellek, Çeviren:
Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları.
Bovenschen,
Silvia , 1979, Die imaginierte Weiblichkeit, Suhrkamp Verlag.
Foucault, Michel, 2006, Kliniğin Dığuşu, Ceviren: İnci Malak
Uysal, Epos Yayıncılık
Gürbilek, Nurdan, 2004, Ev Ödevi, Metis Yayınları.
Nünning, Vera, 2004, Erzählanalyse und Gender Studies,
J.B.Metzler Verlag.
Özlü, Tezer, 1994, Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi
Yayınları.
Schössler, Franziska, 2008,
Einführung in die Gender Studies,
Akademie Verlag.
Sontag
Susan, 1988, Bir Metafor Olarak Hastalık,
Çeviren: Dr. İsmail Murat, BFS Yayınları.
Touraine, Alain, 1995, Modernliğin Eleştirisi, Çeviren: Hülya
Tufan, Yapı Kredi Yayınları.
Woolf,
Virginia, Kendine Ait Bir Oda,
Çeviren: Suğra Öncü, İletişim Yayınları.
[1] Kendine Ait Bir Oda’yı
Virginia Woolf 1929’da kaleme alır.
[2] Çocukluğun Soğuk
Geceleri’ni Tezer Özlü 1980’de kaleme alır.