10 Ocak 2015 Cumartesi

Otoritenin Gölgesinde Kabuk Tutan Çocuk Bedenler - Meral Oraliş

Ya da
Çocukluğun Soğuk Geceleri Bana Kaderimin Bir Oyunu mu?

Birkaç yılda yabancılaştığım İstanbul kentinin
                                                                                                       büyük boyutları içinde yalnızım. (Tezer Özlü)

“Bireyler ve kültürler kendi belleklerini dil, imge ve yinelenen ritüellerle kurdukları interaktif iletişim yoluyla inşa ederler.”(A.Assmann;17) der Aleida Assmann. Gerek bireyler gerekse kültürler kendi belleklerini kayıtlı medyalar ve kültürel pratikler aracılığıyla organize ederler. Bellek öyleyse dünün zemininde hayat bulan bugünü, anımsama ve unutmalar üzerine kurar. Edebiyat tarihinde kanon oluşturma sürecinde ön planda olan, kurumlaşmış kültürel belleğin (J.Assmann; 55) anımsattıklarıdır hep. Unutulanlar arasında yer alanlarsa genelde sembolik figürlerin yer almadığı, marjinalleştirilmiş, ideal ölçüt olarak kabul görmeyen metinlerdir.  Bovenschen’in “Kültürel tartışmalarda dişil olanın temsilinin tarihi unutmanın tarihidir.” (Bovenschen; 65) saptaması, unutulanlar arasında kadın edebiyatının da yer aldığını anımsamamızda yardımcı olur.

Virginia Woolf[1]’un kadınlar ve kurmaca yazın sorunsalını tartıştığı günden bu yana neler değişti? Sanat ve bilimin üretim süreçlerinde para ve mekânın kullanımı bağlamında görünür olan eril iktidarın metinlerdeki yansıması hangi boyutta? Kadın yazarlar, ataerkil edebi pratiğinin hiyerarşik bakış açısından ne denli bağımsızlaşabildi? Yazınsal metinde toplumsal cinsiyet kurgulanır mı? Kurmaca yazın cinsiyete bağlı yazı stratejileri geliştirdi mi? Woolf’tan yıllar sonra, bir başka iklimde kadının varoluş koşullarında çok fazla bir şeylerin değişmediğine işaret eden Tezer Özlü[2], bu ve bunun gibi daha birçok soruyu aklımıza düşürür. Çocukluğun Soğuk Geceleri okur olarak böylesi soruları sormamıza kaynaklık eden temel metinlerden biri.

Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlatıcı anımsadığı çocukluk anlarını, anılarını bugünkü hastalık durumundan geriye bakarak öyküler. Metnin kurgusu geçmişin farklı görüntüleri ve bugün arasındaki zamansal ve mekânsal gidiş gelişler üzerine yerleşir. Bugünkü hastalığın nedenlerini görebilmek için anılarda arkeolojik bir çalışmaya girişir. Hastalık kaynağını küçük bir kız çocuğunun kendine ait olmayan odasında bulur. Çocukluğun yaşandığı ev olumsuz imgelerle, devlet memuru, küçük burjuva bir anne-babanın sevgisiz, şefkatsiz, dahası öfkeli anılarıyla doludur. Metnin temel izleği olan yalnızlığın ve hüznün temelleri burada atılır. Gürbilek, anlatıda Özlü’nün “Çocukluğu bir ‘tutukevi’ bir ‘sürgün’ olarak tarif” ettiğini vurgulayarak tüm yazılanların “hep çocukluk sıkıntısına geri döndüğünü” (Gürbilek; 70-71) söyler. Bu çocukluk sıkıntısı öykülemenin ilerleyen sayfalarında öfkenin, umutsuzlukların, çaresizliklerin de kaynağıdır.

Öfke içinde büyüyoruz. (…) Yaşam yalnızca sokaklarda (s.21)
Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü.
O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.

Yazarın kültürel ve toplumsal yapının yansımalarıyla inşa edildiğine işaret ettiği ailedeki kadın-erkek rolleri metinde sabittir. Anlatıda sözü edilen kız çocuğuna klişeleşmiş roller aktarılır ve bunlar arasında korkular, yalnızlıklar, yasaklar ve hiçe sayılmalarla büyütülür, eğitilir. Hastalığının bugününden geriye dönüp baktığında anlatıcının görebildikleri, yalnızca dönemin akılcı, normatif, cinsiyetçi düşünce biçimiyle kendi bireysel varoluş koşullarına ket vurulmuş olduğudur. Böylesi bir çocukluk döneminin kadının bedeninde ve ruhunda nasıl etkiler bıraktığı, hastalık üzerinden bir varoluşun ve bir “ben” imgesinin nasıl kurulduğu anlatılır. Toplumsal cinsiyetin kurgulanış biçimine ilişkin klişelerdeki ezberi bozar Özlü ve cinsiyet kimliğini evrensel bir kategori olarak yeniden görünür kılmaya çalışır. Geleneksel edebiyatın eril duruşuna karşın kavramları yeniden kodlamayı dener, yalın, dişil bir anlatım biçimi denemesi olarak öyküler metnini. İçeriğiyle olduğu kadar biçimiyle de metin toplumsal normlar, ama aynı zamanda döneminin edebiyat kanonunun da karşısında yer alır.

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde öyküleme doğrudan babanın kim olduğuyla başlar. Anlatının başkişisinin öyküleyen bir ‘ben’ olmasına karşın okurun karşısına ilk önce babanın çıkartılmış olması, anlatı kişisinin yaşamındaki başatlığını gösteren ilk ipucu olur:

Bir zamanlar beden eğitimi öğretmenliği yapmış babam, düdüğünü saklamış. Sabahları çizgili, bol pijamasını çıkarmadan düdüğünü öttürüyor.
- Nazlıydın niçin geldin askere? Hadi kalk! Hadi kalk! Borazan gibi bir sesle bağırıyor.(…)
Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor.(…)Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyor(s.7)
Sabahları düdük öttürerek çocuklarını uyandıran,
Çalışma masasının karşısındaki duvara baba öğütlerini asıyor:
Yavrularım,
1- Işık soldan gelmeli. 2- Kitap gözünüzden 30-45 cm uzaklıkta durmalı. 3- Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı vb…… Bu vatana hayırlı evlatlar olmanız isteği ile başarılar dilerim. Sevgili ve cefakar babanız. Ad. Soyadı. İmza.
Evde uyulması gereken kurallar listesini hazırlayan baba otoriter, baskıcı tavrıyla çocuklarına kolektif kimliğin dişil ve eril rollerini dikte eder. Emekli bir beden eğitimi öğretmeni olan baba, militarist tavrıyla çocuklarından cinsiyet rolleri sabitlenmiş iyi birer vatandaş yaratmayı hedefler. Böylelikle kendi ailesinin geleceğini aile bireylerinin kolektif kimliğin bir parçası haline getirerek onlara bir aidiyet mekânını garanti altına almış olacaktır. Esnekliğini yitiren değerlerin ve normların çocuklara aktarımıyla babanın açısından bakıldığında ne de olsa kültürel belleği sabitleyecek ‘sağlıklı’,’düzenli’, “uyumlu” vatandaşlar yetiştirmiş olacaktır.


Gerek toplumsal cinsiyet tasavvurlarında gerekse kolektif belleğin kurgulanmasında etki eden değer ve normlar toplumsal ve politik iktidar ilişkilerinin sürekliliğine ve sabitleşmesine yol açar (Nünning 183). Baba sorumluluk ahlakı, otoriter kimliğiyle aile içinde toplumun eril iktidarının temsili halini alır. Evde mantıklı bir kurum yaratmak sevdasıyla tüm aileyi, özellikle de kız çocuklarını kontrol şemsiyesi altında tutmak ister. Böylelikle kontrol altında tutulan kız çocukları babaya göre, uyumlu, iffetli, iyi birer vatandaş olarak: Touraine’in “Büyü bozumu, dünyevileştirme, akılcılaştırma, meşru akılcı otorite, sorumluluk ahlakı” (Touraine, s.45) gibi kavramları üzerinden modernlik projesinden paylarını alacaklardır. Baba ne de olsa kültürel belleğin oluşum sürecine katkıda bulunarak ortak bir toplumsal kimliğe ait olabilmeyi asıl hedef olarak seçmiştir. Bundan dolayı da en önemli erdem çocuklarının bireysel kimliklerinin gelişmesinden çok “ideal olan, insanın bir yurttaş olması ve kişilerin özgül erdemlerinin ortak iyiliğe katkıda bulunmasıdır” (Touraine; 46).

Bu ideali gerçekleştirebilmek için baskı ve otoritesiyle baba, evdeki merkezi iktidarın ta kendisi olarak aile bireylerini, kendisine tabi kılarak, onları evcilleştirmeyi amaç edinir. Kendi iradeleriyle yaşamlarını sürdürebileceklerinden kuşkuludur çünkü. Gelgelelim tüm bu ‘terbiye etme’ çabaları anlatıcı tarafından istenilesi bir durum değildir elbette. Anlatıcı açısından bakıldığında, babanın bu çabalarının ürünü cinsiyetçi konumlandırmalarında gittikçe mutsuzlaşan, umutsuzlaşan, yalnızlaşan ve zamanla aidiyetini yitiren bir kız çocuğunun öykülendiğini görürüz. Çocukluğunda görünmez olduğu anları, anıları öyküleyen anlatıcı, kendisine sürekli toplumsal cinsiyetinin altını çizen buyruklar, gelenekler ve kurallardan yorgun bugünle dün arasında gider gelir. Bu çocuk, zamanla kendisine sunulan yaşam biçimi ve toplumsal cinsiyet normlarıyla yersizyurtsuz bırakılmış hasta bir kadına dönüşecektir. Sadece baba değildir evdeki eril iktidarın temsili. Kendine ait bir odası ve kitapları olan “oğul” da ayakkabılarını temizleterek, evin içinde kendi bireysel alanını belirleyip izinsiz bu bölgeye kimseyi sokmayarak iktidara talip olduğunu ev halkına hissettirir.

Toplumsal cinsiyet sürekli inşa halindedir, tanımları da yaşanan koşullar ve dönemsel etkilerle farklılaşır. Bu gerçekliği göz önünde tutarak metne baktığımızda, metindeki kadın anlatıcının kendine sunulan rol modellerin sınırlarına sığmadığını, bunun için de kendini sürekli bulunduğu yeni duruma göre yeniden öyküleyerek inşa ettiğini görürüz. Anlatıcı çocukluğunun ilk yıllarında deneyimlediği kişisel boyutu kültürel belleğiyle ilişkilendirir. Kendisine dayatılan ve metinde ağırlıklı olarak baba tarafından dikte edilen hayatı, bireyi tek tip vatandaşa indirgeyen değerleri ve cinsiyetçi normları reddeder. Kadın ve erkek rollerinin yüzyıllardan beri ataerkil bir zihniyetle sabitlenmiş olması Özlü’nün metninde eleştirinin odak noktasını oluşturur.

 Aydınlanma çağından bu yana mutlak tanımları yapılmış cinsiyet rollerine göre eril düşüncenin karşısında dişil bir duyarlılığın, kavramsal soyutluğun karşısında bedensel somutluğun, zorunlu düzenin karşısına anarşist bir karmaşanın, erkek cinsi karşısındaysa kadın cinsinin yerleştirilmesiyle tanımlanan stereotipiler hiyerarşik bir dünya görüşünün uzantılarıdır. Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri anlatısı, bize bir kez daha böylesi tanımlanmış ikili karşıtlıkların, stereotipilerin kadının kendi bireysel kimliğini kurma, seçme düzenlemede ona ne denli varlık alanı bırakabileceği sorusunu yeniden sordurur. Metinde karşılaştığımız baba figürünün başatlığı bağlamında, kadın kimliğinin sürekli ataerkil iktidar tarafından kurallarla belirlenmesi ve bedeninin adeta bir tutsağa dönüştürülmesini Nazan Aksoy şöyle açıklar:

Erkek dünyasındaki baskın düşünceye göre, kadın bedeni kişisel bir beden olmaktan çok, topluma aittir; milliyetçiliğin ve kültürel kimliğin dokusunu tahrip etme tehdidini taşır, kadın kimliğinin bastırılmış bir bedende sabitleştirilmesi erkek iktidarını güçlendirir (Aksoy; 55).

Ailede başlayan gözlem ve kontrol mekanizması okulda da devam eder. Erkek lisesinde papazlar, kız lisesindeyse rahibelerle bize bir ortaçağ imgesi sunar anlatıcı. Ailenin reisi baba imgesine bir de ortaçağ imgesiyle bir başka ataerkil kurumla karşılaştırır okuru. Karanlıkta yaşayan, kadın olduklarına ilişkin tek simgenin giysileri olduğunu dile getiren anlatıcı, her türlü düzenin bu rahibeler tarafından kurulduğu gibi, kontrolün de fazlasıyla yine aynı kurumsal ortamda gerçekleştiğini dile getirir. Kadın olmalarına karşılık ataerkil bir kurumun temsili figürleridir rahibeler. Bu bağlamda da eril olanın korunmasına hizmet ederler. Gündelik hayatın ayrıntısına gizlenmiş dayatmacı, baskıcı sistemi metinsel düzlemde bir başka biçimiyle aktarılır. Anlatıcı temelde hiyerarşiye dayalı, ayrımcı ve cinsiyetçi bu sistemin ideolojisini öyküleyerek eleştirir. Okulda bir kez daha kadın ve erkek rollerinin toplumsal belirlenimlerinin farklı bir kültürün burjuva sınıfının cinsiyetçi bakış açısıyla sabitlendiğine tanık olur.

Aile ve okuldan sonra metinde hakim iradenin temsili bir başka kurumda, hastanede karşımıza çıkar. Her biri ataerkil kültürel geleneğin ortak diliyle konuşan kurumlardır. Aile kurumu içinde kız, erkek çocuklarına verilen evcilleştirmeye yönelik eğitimle başlayan süreç, okuldaki rahibelerin dinsel, cinsiyetçi geleneklerle perçinlenmiş kurallarıyla ve hastanede yine kapatma üzerine ama bu kez bilinmeyen kurallarla kurulan mutlak disiplin, birbirine eklemlenmiş eril iktidarın farklı biçimdeki yansımalarıdır. Kontrol mekanizmaları, kültürel bellek yazıya yansıdıkça onların hasta edici yanını daha yakından tanır okur. Hastane bireyin tıbbi tedavisine, hastalığının teşhisine odaklanan bir kurumdur. Böylesi bir düşünce biçimine dayanarak, hasta burada kişisel özelliklerinden soyutlanır, salt tıbbi bir nesneye dönüştürülür ve böylece zapturapt altına alınır. Hastanede itaat etmek, karşı koymamak temel görevlerden biridir. Aksi durumlarda sorgulanmaksızın cezalandırılır. Hastane personelinin uyguladığı koşulsuz şiddet, hastane ortamında legalize edilmiştir:

Sigara tablası bulamıyorum. Sigaramı yerde söndürüyorum. Hademe üzerime saldırıp, suratıma bir yumruk atıyor. Şaka yapıyorsa, ne biçim şaka bu? Yumruklarına devam ediyor. İnanılır gibi değil. Ağzım burnum kanamaya başlıyor. Direndikçe, beni dövüyor (…) Öldürmediğine şükür. Hızını alamıyor. Gidip deli gömleği getiriyor. Beni önce gömleğe bağlıyor. Sonra kollarımı gerçek uzunluğundan daha da çekerek, demir karyolanın baş kısmına bağlıyor.
Artık burada yapılacak şoklara karşı direnmenin hiçbir anlamı yok. Nasılsa yapılacak.  Kurtuluş yok. Kapılar kilitli. Demir parmaklıklarla kapalı (…) Yatağa uzanıyorum. Küçük dikdörtgen biçiminde sert, tuğla renginde bir şey veriyorlar ağzıma. Onu ısırırken mi gözlerimi kapatıyorum? Ya da gözlerimi kapayıp mı onu ısırıyorum? Bir an ölümün, bilinmeyenin, hiçin içindeyim (s.50)

Aslına bakılırsa hastalık tabulardan, normlardan, babadan, aile ve okuldan uzak tutar onu. Modernist aklın kurduğu sisteme karşı duruş biçimi olarak hastalığın betimlenişi, metinde dişil bir bedenin ve belleğin de okunuşunu olası kılar. Beden deneyimlediği ve onaylamadığı sisteme metinsel düzlemde, yazarak ve kendisini anlatarak karşı durur. Hastalık, bedenin sisteme karşı ürettiği bir varoluş alanı halini alır. Ancak yaşadığı toplumda yine kendisini çelişkilerin ortasında bulduğu bir durumla karşılaşır ki, o da hastalığın tedavisi için hastaneye yatmak zorunda olmasıdır.  Üstelik bu hiç de kısa bir süre değildir:

Büyük bir coşkuyla başlayan hastalık, beni Ankara’dan İstanbul’a getirmiş, büyük kentin ortasındaki sinir hastanesinin bu sevimsiz odasına sokmuştu. Yirmi dört yaşımda girdiğim bu odada büyük coşkularım, duyarlılığım, düşüncelerimin sınır tanımaz özgürlüğü korkusuzluğum beş yıl süreyle elimden alınacaktı. (s.34)

Hastalık, modernist değerler sisteminde iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili karşıtlıklar açısından bakıldığında sağlığın karşıtını oluşturan bir anlam içerir. Böylesi bir değerler sisteminde yer aldıklarından her ikisi de değerlerin ve normların aktarıcısı halini alır. Tarihsel, toplumsal koordinatları bulunan hastalığın aslında toplumsal normların sorgulanması bağlamında karşımıza çıkabileceğine işaret eder Thomas Anz. Hastalığın Özlü’nün metninden yola çıkarak, eril aklın yönetiminde olan her türlü kurumun çatısı altında üretildiğini söylemek olasıdır. Bir başka deyişle hastalık patolojik toplumsal kurumların ürettiği bir durumdur. Anlatıda hastalık, aynı zamanda toplumda hâkimiyet kuran kurumlara, eril erke karşı durma ve kendi kadın benliğini sabitlenmiş rollerden bağımsızlaşmayı deneyimleme denemesidir. Hastaneden bütüncül imgelerle karşılaşmayız. Zamansal ve mekânsal art ardalığı olmayan görüntüler gelir karşımıza. Muğlak zamansal birimler aktarılır. Hastanede geçen günler kolay değildir, ancak dışarısı da bir o kadar kuşatılmış ve insanın yaşam alanını daraltmış durumdadır anlatıcı için. Sık sık intiharı düşünür. Bir keresinde onu izleyen ölüm düşüncesine yenik düşerek intihar girişiminde bulunur. Sonuç yine hastanenin kimin tarafından konduğu bilinmeyen kurallarıyla yönetilen eril ortamına geri dönmektir:

Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok.  (…)Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde
Hep kırlar. Esintiyle birlikte otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.
Kirli bir yastık kılıfı görerek uyanıyorum. P.K. harflerini okuyorum. Kafamda hep Psikiyatri Kliniği çağrışımı uyanıyor. (s.12)

Hastane, korkular, yalnızlıklar ve umutsuzluklarla dolu bir mekândır. Ancak buradaki korkularının kaynağı, sadece ölümle eşdeğer gördüğü salt elektroşoklar olarak algılanmamalıdır; bu aynı zamanda hastanede yaşadığı cinsel tacizlerin, şiddetin bir tezahürü olarak ortaya çıkar.

Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku. (s.51)

Herkes yalnızdır bu ortamda. Aralarında ortak bir kodla hareket edenler sadece hastane çalışanlarıdır. Erkek doktorlar hastalarını iyileşme vaadiyle birlikte olmaya zorlarlar. Hastaneye bir kez daha gelme korkusu taşıyan çaresiz genç kadınlar bu isteklere boyun eğmek zorunda kalır. Ne işlenen suçun cezası ne de suçun kendisinden söz edilir. Kurumsal iktidarın mutlak yönetimi disipline etme teknikleriyle hastaları kendilerine itaat etmeyi zorunlu kılar:

Doktorlar (…) iyileşmeye başlayan genç ve güzel hastalarını, Beyoğlu’ndaki garsonyerlerine çağırıyorlar. Hasta, yeniden hastalanacağım, gene bu adamlar bana bakacak korkusuyla gidip onlarla yatıyor. Çünkü hastanelerin düzeni korkunç. Buralarda kimse kalmak istemez. Eğer yaşamından vazgeçmek istemiyorsa. Çirkin ve yaşlıların yüzüne kimsenin baktığı yok.(s.43)

Bir başka örnekte anlatıcının da benzer bir tacize maruz kaldığını anlarız. Kadının bedeni sürekli başkalarının yönetimine açık bir durumdadır. Kendi bedenini kontrol etme özgürlüğü elinden alınır, başkaları tarafından denetlenir. Otoritenin, disiplinin ve şiddetin karşısında çaresiz bırakılır:

Ertesi gün, yıllar önce, lise öğrencisiyken beni odasına kilitleyen, üzerime saldıran doktoru görüyorum. Profesör olmuş.
-Benimki herkese kalkmaz, ama sen çok ilginç bir kızsın, sana kalktı,
demişti (s.49)

Metinde steryotipler sadece erkek figürler tarafından temsil edilmez, kendisini eril iktidarın bir parçası olarak gören kadın figürler de vardır metinde; sözgelimi hastanede erkek arkadaşlarını misafir eden bir hemşirenin, anlatıcıyı arkadaşına göstermek için zorla soyması hastanedeki şiddetin bir başka yüzüdür. Doktorlarda olduğu kadar hemşire tarafından da verilebilen emirler hastanın itaat etmesiyle karşılık bulmak zorundadır. Eril düşünce yapısını benimseyerek güç ve güçlüden yana olan bir kadının portresi öykülenir hemşireyle:

Akşamları şişman hemşirenin sevgilileri geliyor hastaneye. Beni de odasına çağırıyor. Kendisi, masanın gerisinde oturuyor. Sigara içiyor. Güzel bir çay hazırlatmış. Lacivert önlüğünü, kepini çıkarmış, günlük bir giysi, ince topuklu yüksek ayakkabılar giymiş(…).Karşısındaki mavi plastik koltukta sevgilisi oturuyor (…).
Hemşire:
-Bak, bu soyunsun da gövdesini gör, çok güzel,
diyor(…).
Soyunmazsam, ertesi gün doktora şikayet ederler. Çok hasta olduğumu, bana şok yapılması gerektiğini söyler. Bahçeye salmaz. Çay vermez. Üzerimdeki geceliği çıkarıyorum (s.42).

Anlatıcı için hastalık dönemlerinin son bulduğu zaman dilimlerinde, klinikten dışarıya çıktığında karşılaştığı toplumsal durumun da çok sağlıklı olduğu söylenemez. Her defasında farklı olaylarla karşılaşır. Kimileyin arkadaşları, ağabeyi tutuklanır, kimileyin terör olayları ülkeyi sarsmış olur. Kendi hastalığına paralel olarak toplumun da benzer bir hastalığa tutulmuş olduğunu satırları arasında gösterir yazar:

1971 ilkbaharı. Garip bir ilkbahar. Öncekilerden daha sıcak. Olaylar ülkeyi kavuruyor.(…) Radyolar sürekli olarak İstanbul’daki tutuklamaları veriyor, arananların adlarını sayıyor. Bu haberlerde sert bir terör var(…)Ağabeyim hemen tutuklanıyor. Ama olaylar sanki uzaktan yansıdığı kadar korkunç görünmüyor. Terör de, günlük yaşam içinde gizlenmeyi biliyor (s.44-45)

Foucault “hastalığın düzeni yaşam dünyasının kopyasından başka bir şey değildir” der. Metinde gerek kamusal gerekse özel alanda hakim iradenin kurumlar aracılığıyla her alana yayılmış olduğu, bununsa sıkça yinelenen bir hastalık gibi nihai bir tedavisinin de bulunmadığının altını çizer Özlü. “Orada da burada da aynı yapılar, aynı dağılım biçimleri, aynı düzlemde geçerlidir. Yaşamın rasyonelliği onu tehdit edenin rasyonelliğiyle aynıdır (…) Hastalıkta yaşamı buluruz, çünkü hastalık bilgisini, ayrıca yaratan, yaşamın kuralıdır”.

Kendini her şeyi bilen tanrısal eril bir anlatıcının koltuğunda konumlandırmak yerine anlatıyı dişil bir anlatıcının bireysel bakış açısıyla öyküler. Kendine sunulan rol modellerin dışında bir hayat sürdürmeyi yeğleyen bir kadının iç dünyasından belirlenir anlatı konumu. Yaşama dair tüm soruların yanıtlarını vermeye, tüm anlamlara ulaşmaya da çalışmayan, kendini deneyimleyerek ve öyküleyerek gerçekleştirmeye çalışan bir kadındır bu. Bedeni, hastalığı üzerinden anlatır kendini, bir de iç dünyasına yönelir. Toplumsal normlardan, tabulardan yorgun düşmüş bir kadının çevresinden çok, içe bakışıdır. Kendi gerçekliğini ve bireysel kimliğini deneyimleme arzusunun metne dönüşmesidir. Ürettiği imgeler de, haliyle, kendine ait, klişelere pek sığmayan dişil imgelerdir daha çok.

Toplumsal cinsiyet kültürel anımsamanın ve gelenek inşasının bir ürünüdür. (Schössler, 175).
Bunun için de bedenin algıladığı, maruz kaldığı, depoladığı her türlü deneyimin kültürel göstergelerle donandığını gösterir anlatıcı. Bu göstergeler kültürel belleğin izlerini taşır. Anlatıcı böylesi bir ortamda kendi bireysel tarihine bakarken verili kodlardan çok kendi bedeninin algısı üzerinden yazmayı yeğler. Tarihin en küçük birimlerinden gündelik hayatın ayrıntılarının anımsanmasıyla yazılır bu kadın anlatıcının bireysel tarihi. Eril ilkelerle belirlenmiş sınırların dışına çıkan bir kadın dünyası, edebiyatın arşivlerinde kendi yerini hazırlar.

Dişil bir anlatıcının dişil bakış açısıyla kadının yaşamına duygu ve düşünce dünyasına odaklandığında dişil deneyimler ve dişil gerçekliğin algılanmasının değer kazandığının altını çizer Nünning. Böylelikle okur, öykülenen dünyada başatlık gösteren insan üstü, normların temsilcisi eril kurmaca bir anlatıcının bakış açısından bakmaz artık (Nünning; 170) Kendisini anlatmaya başlayan dişil anlatıcı marjinalleştirilmiş kadın deneyimlerini ve kadına ait öznelliği görünür kılar. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlatıcı ilk cinsel deneyimleriyle birlikte heteroseksüelliğin de tüm diğer tabular gibi mutlak bir değer taşımadığın söyler. Cinselliğin de tıpkı diğer sınırlar gibi aşılabilirliğini ve tensel ilişkinin temelinin sevgi ve sıcaklık olduğunu öyküler:

Süm, kuzenlerim ve benim aramdaki cinsel ilişki, çocukluktan çıkışımıza dek sürüyor.  Yalnız kalabilmek için olanaklar yaratıyoruz. Sonra soyunup birbirimizin üstüne çıkıyoruz.(s,22)

-Ben büyük bir erkek kadın ayrımı yapmıyorum. Önemli olan yanındaki insanın sıcaklığı ile kendi bedenini birleştirmek, ikisinin kaynaşması. (s.31)


Bu ve bunun gibi örneklerde yazarın cinsiyet kimliklerinin değişmezliğine, sabitlenmiş normlarla yapılandırılmasına ve buna dayanan yazınsal kategorilerin belirlenmesine de karşı kuşkuyla baktığını metnin kurgusunda ve ifade biçimlerinde buluruz. Metnin kurgusu geleneksel anlatı biçimlerinden, logosentrik düşüncenin uzantısı olan anlatı tekniklerinden uzak durur. Geleneksel anlamda bir olay kurgusu yoktur. Anlatıcının bilinç ve algı alanından metne yansıyan imgeler art ardalık ilişkisine ters düşer. Bilinç akışı tekniğiyle yazılmış olması bilincin dün-bugün ve olası anlar arasında gidip gelmesinin sonucudur. Metnin bir giriş ve sonucu olmadığından kapalı bir anlamı da üretmediğini görürüz. Doğrusal düşüncenin yansıdığı eril anlatı biçimlerinde görüldüğü gibi çizgisel değil, yanıtsız bırakılan sorular, kesik kesik düşünceler, farklı zaman ve mekân dilimlerinin yanyanalığıyla kurulmuş labirentvari bir yapıya sahiptir. Dilbilgisel yapısıyla bütüncüllüğü hedefleyen kültürel kodlamaya eleştirel yaklaşır. Kesintiler yarım bırakılmış düşünceler, hayaller, anılar, çelişkiler, duygusal dışavurumlar dilbilgisel yapılara yansır. Yarım kalmış, noktalama işareti kullanılmayan, büyük harfin önemini yitirdiği art arda sıralı sözcüklerden oluşan cümleler bulmak olası. Anlatı öğeleri belirli bir düzen içinde sistematik olarak öykülenmez. Duygu ve düşüncenin önceliği belirler anlatı düzenini:

Ama ben o ölüm ortasını yaşadım. Ve işte şokun tam ortasındayım. Elektroşok verilirken düşünüyorum ve duyuyorum:
“…İşte şimdi olaylar o denli ileri gitti ki, bana elekroşok veriyorlar / belki de beni eleştroşokla konuşturma yöntemine gidiyorlar / doktor eve gelmiş olmalı / üstelik elindeki şok gereci garip bir gereç / tahta bir boyacı sandığı gibi / kim bilir belki de elektriği iyi ayarlayamadı / ya da kent ceryanı işte / yükselir alçalır / ve öldürür insanı / ve işte beni şimdi evimde şok komasına soktular / konuşturuyorlar mı / konuşuyor muyum / bana bunu yapmamalıydılar / bir gizim yok ki / …”
(s.47)

Sabitleşmeyen bir kimlik algısının aktarılışı, bütüncül olmayan bir metin biçimiyle gerçekleşir. Anlatıda sabit kalan neredeyse hiçbir şey yoktur. Hep aynı mekânda yaşamak,  aynı anlatı biçiminde ısrar etmek, tıpkı normlarla sabitlenmek istenen kimlikler kadar uzak ve istenilesi olmayan bir seçenektir onun için. Anlatı kişisinin dışında metinsel düzlemde doğrudan farklı figürlerle karşılaşmak pek olası değil. Baba, Buni, Süm ve diğerleri hep anlatıcının bilinç düzleminden, algı süzgecinden geçerek metne yansır. Kendi iç dünyasının odağından öyküleyen anlatıcı, genelde kısık ve yüksek sesli monologlarla ifade eder kendisini toplumsal olayları aktarır, sözlü ya da sessiz göstergelerle çekilen kişisel acıları anlatır diğer monologlarında.

Metin içi kurguda dişil belleğin ve dişil bedenin tarihini bulmak olası. Bir kadının belleğinde çocukluğundan bu yana neler biriktirdiğini ve deneyimlediğini sadece kendi olmak isteyen bir anlatıcının ağızından öykülenişine tanık oluruz. Anlatıcının metinde kendi bedenine, duygu dünyasına odaklanışı hastalığını bir kaçış, bir varoluş mekânı olarak duyumsaması başlı başına ataerkil toplumda kendisini dişil bir birey olarak gerçekleştirememesinin göstergesidir.

Bir kız çocuğu, bir kadın, bir hasta olarak yaşamanın getirdiği zorlukları, aşağılanmışlıkları, aile, okul ve hastane anılarının onu ne denli yorduğunu, savaşarak yitirilen yılları, başkalarının yönettiği hayatını, duygusal kırılganlıklarını okuruz satır aralarında… Bir de tüm bu koşullarda ürettiği korkularını, saldırganlıklarını, yılgınlıklarını, teslimiyet ve karşı koyuşlar arasındaki gidiş gelişlerini buluruz metinde. Ancak tüm bunlar anlatıcının eşitliğini, özgürlüğünü, bireysel varoluşunu engelleyen etmenlerdir. Kendisinden sıkça onu rahat bırakmalarını istediğini, kendi doğasının, içgüdülerinin ona rehberlik etmesini arzuladığını duyarız:

Bizi bıraksalar. Ben onun dizlerine yatsam. İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek. Ana karnındaki çocuk gibi. (s.9)

-Beni rahat bırakın, rahat dolaşmak, dilediğimi yapmak istiyorum,
diyorum (s.45).

Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürüp, demir parmaklıkların gerisine kilitleniyorum (s.45)

Tezer Özlü bireysel kimlik ve yazın arasındaki ilişkiyi ataerkil bir söyleme karşı entelektüel bir kadının görünür kılınmasıyla kodların yeniden gözden geçirilmesini sağlar.  Toplumsal normlar ve değerlerle şekil alan kültürel belleğin kurgusunun karşısına kendi metninin kişisel, iletişimsel kurgusunu koyar. Bütüncül, hiyerarşik, otoriter olan eril davranış sistemine karşı kendi dişil anlatımıyla bireysel belleğini kurgular. Belki kimi okurların bitmiş tamamlanmış bir kimlik imgesi beklentisini karşılamaz Özlü’nün anlatısı, ancak olası bir Türkçe yazan kadın edebiyatı tarihi yazımında yapı taşlarını oluşturacak metinlerindendir.

Kaynakça
Aksoy, Nazan, 2009, Kurgulanmış Benlikler, İletişim Yayınları.
Anz, Thomas, 1989, Gesund und Krank, Metzler Verlag.
Assmann, Aleida, 1999, Erinnerungsräume, C.H.Beck’sche Verlag.
Assmann, Jan, 2001, Kültürel Bellek, Çeviren: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları.
Bovenschen, Silvia , 1979, Die imaginierte Weiblichkeit, Suhrkamp Verlag.
Foucault, Michel, 2006, Kliniğin Dığuşu, Ceviren: İnci Malak Uysal, Epos Yayıncılık
Gürbilek, Nurdan, 2004, Ev Ödevi, Metis Yayınları.
Nünning, Vera, 2004, Erzählanalyse und Gender Studies, J.B.Metzler Verlag.
Özlü, Tezer, 1994, Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları.
Schössler, Franziska, 2008, Einführung  in die Gender Studies, Akademie Verlag.
Sontag Susan, 1988, Bir Metafor Olarak Hastalık, Çeviren: Dr. İsmail Murat, BFS Yayınları.
Touraine, Alain, 1995, Modernliğin Eleştirisi, Çeviren: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yayınları.
Woolf, Virginia, Kendine Ait Bir Oda, Çeviren: Suğra Öncü, İletişim Yayınları.



[1] Kendine Ait Bir Oda’yı Virginia Woolf 1929’da kaleme alır.
[2] Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni Tezer Özlü 1980’de kaleme alır.