2 Aralık 2015 Çarşamba

Bir Çift Yürek - B. Asena Dereli



Avusturalya’nın yerlileri olmalarına rağmen halkın bu Aborijin soyundan gelen insanları sevmemesi onu derinden etkiler. Bu insanlara çalışma alanının sağlanmaması yazarın bu gençlerle ilgili bir çalışma başlatmasına sebep olur. Bu çalışma “Sineklik Yapımı” çok ses getirir ve başarı elde eder. Bu çalışmalar sonucu yazar bir davet alır ve bunun üzerine bilmediği bir yere gitmeyi kabul eden yazar nelerle karşılaşacağını bilmeden bu serüvene atılmıştır. Birkaç günlüğüne gittiği bu gezinin sonucunda aylarca orada kalacak, birçok zorlukla karşılaşmasına rağmen hayatına yeni bir yön verecektir. Bugüne kadar edindiği hiçbir bilgi, hiçbir inanç onu bu denli etkilememiştir.

Ruhsal bir yolculuğun hazzını alacak olan yazar bu insanların okuma yazma bilmeden ne kadar çok şey bildiklerini öğrenecektir. Bitkiye ve hayvana karşı duydukları büyük saygıyı görecektir. Evrenle aralarında olan her ne ise, çölde bile onları aç bırakmadığını görecek. Bu insanların konuşmadan anlaşması, güne şarkılarla, Tanrı'ya ve evrene teşekkür ederek başlaması yazarı ilk günler oldukça şaşırtacak. Yazar yolculuğu boyunca kendi kültürünü ve kabilenin hayata bakışını karşılaştırdıkça kabileye hayran kalacaktır. Hiçbir şeyleri olmayan bu insanlar ne denli mutlu olduklarını ve ellerindeki her şeyi değerlendirdiklerini görecektir. Doğa ne veriyorsa onlar için iyi olan oydu!

İlkel olan bu insanların felsefi düşüncelerini, yeteneklerini öğrenip kendini geliştiren ve neredeyse onlar gibi olan yazar belli bir süre sonra kabileden bahsederken “Biz” demeye başlamıştır. Kabileden ayrılma günü geldiğinde kendisinin bir elçi olduğunu ve kabilenin yeryüzünden ayrılma zamanının geldiğini insanlığa bildirmesi gerektiğini öğrenir.

Yazarın bundan sonraki amacı insanlara bu kabilenin ne denli muhteşem bir kabile olduğunu anlatmaktır. Kendisi ise yaşamının geri kalanını şöyle özetler: “Yaşamımın geri kalanını Gerçek İnsanlardan öğrendiklerimi uygulamakla geçirmek istiyorum. Her şeyi! Hatta gözden yitme sanatını bile !!!”

BİR ÇİFT YÜREK
Yer olarak kitap 4 aylık bir çöl gezisini anlatıyor. Bunun dışında yazarın yazmaya karar verdiği ülkesi Amerika var. Yazar Amerika'da ailesinin isteği üzerine yazmaya karar veriyor. Yazmasındaki amaç Aborijin halkının nasıl bir felsefi düşüncesi olduğunu, nasıl yaşadıklarını insanlığa aktarmak.

ONUR KONUĞU
Yer: Avusturalya

Zaman: Şimdiki zaman, Kronolojik değil, Zamanda sıçramalar var. Yaşamından 4 aylık bir zaman süresini anlatıyor.

Anlatıcı: Ben anlatıcı

Anlatım şekli: Personaler Erzâhlsituatıon

Kişiler: Ooota (hotelden onu alıp kabileye götürecek kişi, ayrıca kabilede tek İngilizce bilen kişi yani bir nevi çevirmen).

Yazar (anlatıcı olayları yaşayan kişi). Hekim, 50 yaşlarında beyaz tenli mavi gözlü (İlerleyen bölümlerde ten rengi önemli olacak. Kabile üyeleri siyahi ve tanrının ilk verdiği ten renginin bu olduğuna ancak insanların zamanla yaşadıkları ortama göre renklerinin değiştiğini söyleyecekler.).

Metnin ilk cümlesine baktığımızda konuyu bir bilene anlatıyormuş gibi. İlk cümleye kabilede geçirmeye başladığı ilk günden başlıyor nasıl geldiğine değinmiyor. Hotelde bir gece için ayırttığı odasından ertesi gün dönmediği için eşyalarının boşaltılacağını düşünüyor. İlk paragraftan sonra konuya başlıyor ve konuya hotelin önünde tanımadığı rehberinin (Ooota) beklediğini söylüyor.

Bu bölümde ilk göze çarpan zaman kavramı oluyor. Hotele onu almaya gelen Ooota’nın saat 12'de geldiğini söyler. İlerleyen satırlarda saat kavramını güneşle algılar. Güneş burada karşımıza zaman olarak çıkar.

Bu bölümde kabileye arabayla gelirken güneşin sıcağıyla onu terlettiğini ve dayanılmaz bir sıcaklık duyduğunu görürüz.

Kabileye geliş sürecinde çok farklı şeyler düşünüyordu; iyi bir yemek menüsü, iyi giyimli insanları hayal ediyordu. Bu toplantı için çok paralar harcamıştı. Ancak toplantı yerine gelebilmek için kat ettiği yol onu çok yıpratmıştı ve temizlenmesi gerekiyordu. Kabileye vardığında hiç beklemediği bir yerdi burası; ne bir Hotel ne bir restoran ne de şık görünümlü insanlar vardı. Ooota ona toplantıya katılmadan önce temizlenmesi gerektiğini söylemiştir. Kabile üyelerinden biri ona büyükçe bir beyaz kumaşı verir ve üzerindeki her şeyi çıkartıp onu giyinmesini söylerler. Daha sonra yakılan bir ateşin üzerinden atlaması söylenir. En son ateşin yanına oturturlar ve tütsüyle etrafında dönerler. Artık toplantı için kabile geleneğine göre temizlenmiştir. Anlatıcı bütün kıyafetlerinin ve değerli eşyalarının (parası, mücevherleri vs.) yakıldığını görür ancak hiçbir tepki vermez, veremez. Sadece çok şaşkındır. Bu yakma işleminin anlamı nesnelerin toprağa ait oldukları yere iade edilmesidir. Ayrıca kabilenin inancına göre insanın var olma duygusunun maddi nesnelerle kurtularak olacağına inanılır.

Zamanda sıçrayışlara yer verilen kitabın bu bölümünde yazar bazı şeyleri ileri zamanda anlayacağını ifade eder. Yani şu anda kavrayamadığı var olma kavramını ileride anlamış olacağını anlatır. Şimdiki zamanda anlatıyor olmasına rağmen biz okurlar bu durumun gerçekliği yansıtmasıyla alakalı olduğunu biliyoruz. Kitabın sonlarında bize bu olayları yaşadıktan ve Amerika’ya döndükten sonra yazdığını söyleyecektir. Bu durum da bizi gerçekliğe götürür. Aslında şuanda anlattığı şimdisi onun geçmişinde yaşadığı bir durumdur.

Karşımıza farklı anlamalarda çıkacak olan güneş, zaman, yol, temizlik (temiz olma), ateş gibi kavramlara daha yenileri de eklenecek. Ancak bu kavramları önce bölümlerde görelim daha sonra birbirleri ile olan farklarını ve nasıl anlamlandıklarını inceleyelim.

Zaman kavramını bu bölümde saat ile yani maddi bir nesne ile algılıyor. Güneş kavramı karşımıza önce zaman daha sonra sıcaklık olarak çıkıyor. İlk amacı olan aydınlatmayı değil ancak havayı ısıtma özelliğini görüyoruz. Ateş motifi birçok anlamda karşımıza çıkıyor. Burada önce dumanından yararlanılıp temizleme amacı için sonra ise ateşi gerçek amacında görüyoruz “yakmak”. Diğer bölümlerde bu motifleri sık sık göreceğiz.

OY KUTUSUNUN DOLDURULUŞU
Toplantıya hazır olan yazar, bir çadıra alınır. Çadırın içinde birçok süslü yüzleri vücutları boyalı insanlar vardır. Kabile için kutsal olan ateş ortada yanmaktadır. Kuş tüyleriyle süslenmiş saçlar, vücutlarında çeşitli doğal dövmeler, yüzlerinde değişik boylarla insanlar karşısında çember halinde oturmaktadır. Korkar, çünkü başına ne geleceğini nerede olduğunu bilmiyordur ancak içinde bir güven duygusu da belirir. Ayrıca havanın arkadaşlık ve dinginlik koktuğunu söyler yazar.
Kabile üyeleri şarkı söyleyerek ona öykülerini anlatıyorlar. Daha sonraları da göreceğiz ki bu kabile için şarkılar çok özel ve hayatları şarkılarla anlamlı.

Bu bölümde karşımıza ilk kez diyaloglar çıkıyor ve daha sonraları da karşılaşacağız diyaloglarla. Diyaloglar bize objektiflik sağlıyor. Kendi yorumumuzu anlatıcının bakışlarından uzak bir şekilde yorumluyoruz. Kitabın genelinde çok fazla diyalog olmamasına rağmen bu konuya da değinmek istedim çünkü bu kısımlarda hayatını etkileyen ya da etkileyecek konuların karşılıklı konuşmalarını bize aktarmış.

Kabileye kabul edilip edilmeyeceğine dair bazı testlere tabi tutuluyor. Bu testler arasında önemli olan bir tepsi çakıl taşı arasından seçmesi istenen taştır. Kitabın sonlarına doğru bu çakıl taşı hayati bir rol oynayacaktır. Bu testlerin sonucunda yazar kabile ile yürüyüşe çıkma yoluna kabul edilir. Bu yolculuk zorlu ve ilk başlarda istemediği bir yolculuktur. İstemediği bu yolculuğa korku, şaşkınlık ve endişe duygularıyla katılır.

Kuşlar özgürlüğü ve barışı simgeleyen hayvanlardır. Burada bu insanların, kuşların tüylerini saçlarında ya da vücutlarında kullanması onların barışçı yapısını sembolize eder. Bu insanlar iyiliğin önemini anlamış her bir varlığa karşı iyi ve barışçıl yaklaşırlar. Kitabın geneline bakıldığında bu insanlar hayvanlara çok çok önem veriyorlar, hatta kendilerini hayvanlara benzetiyorlar. Aynı zamanda özgürler çünkü varlıklarından birçok insanın haberi dahi yok.

Şarkılar onların hayatı her duygularını şarkılarla ifade ediyorlar. Burada şarkı söyleme amaçları yazara kabileyi anlatmak ilerleyen bölümlerde şarkının her şeyde kullanıldığını bize gösterecek.
Çakıl taşını kendisi seçti ve böylelikle kaderini belirledi çünkü bu taş ileride onu hayatta tutmaya yarayacak. Metinde hiç önemi yokmuş gibi görünüyor ama sonra onun anlamını daha iyi anlıyoruz. Çakıl taşı metnin leitmotifi oluyor.

Yazar insana özgü olan korku duygusunu birçok defa yaşayacak ancak “gerçek insanlar” kabilesi korku duygusunun insanı güçsüzleştirdiğine inanır. Bu insani olan duyguyu av olma duygusu olan hayvanların yaşaması gerektiğine inanırlar.

DOĞAL AYAKKABILAR
Yürüyüşe katıldıktan kısa bir süre sonra ayaklarında ayakkabısı olmadığı için ayağında şiddetli acı hissetmeye başlar. Bugüne kadar alışılmışın dışında dışarıda, ormanda, dikenlerin üzerinde yalın ayak yürümek oldukça canını yakmıştır. İnsanın ayakta durabilmesini sağlayan ayaklara burada önemli bir yük bindirilmiştir. Kabile üyelerinin ayak görünümünden çıkmış olan ayakları doğanın şartlarına alışmıştır. Nasır tutan ayakları artık acı hissetmez. Acı içinde yürürken ayaklarına batan dikenler yüzünden yazarın ayaklarında kesikler oluşur. Bu kesikler den çok fazla kan akar. Oturduğunda ayak tırnaklarına sürmüş olduğu kırmızı ojeyle bütünleşmiş olan kanı görür. Bir süre sonra yanına gelen Şifacı Kadın onun ayaklarına şarkı eşliğinde merhem sürer. Yazar acılarının hafiflediğini söyler. Bu bölüm de şarkı karşımıza şifa bulma yönüyle çıkıyor. Ayaklardan rica ediliyor iyileşmesi için ona teşekkür ediliyor bunca eziyete katlandığı için. Merhem ise sürekli karşımıza çıkacak bir kavram; bitkisel ilaçlardan, hayvan kanından elde edilen bazı maddeler ilaca dönüştürülüyor. Her ilacın doğada var olduğuna inan bu kabile iyileşme gibi kavramlarından doğadan istenmesi gerektiğini düşünürler. Her fırsatta doğaya, hayvanlara ve hatta her şeye karşı teşekkür etme durumları söz konusu.

HAZIRLAN GİDİYORUZ
Bu bölüm belki de yazarın yazmaya başladığı ilk bölüm olabilirdi çünkü bu bölümde Avusturalya yolculuğunun nasıl başladığını en baştan anlatıyor. Otelin önünde Ooota’yı bekleme anına kadar olan bölümü anlatır. Annesiyle ilgili vermiş olduğu cümlesi onu çocukluğuna daha da geçmişe götürür (s.43).

“Miş’li” geçmiş zaman kullandığını görüyoruz örneğin; “ gitmiştim” , “dillendirmiştim” (s.38) gibi cümle sonlarına kitapta yer verilmiş. Bu da yazarın geçmişe gittiğini ve yine zamanda sıçramalar yaptığını bize gösterir.

Karşımıza yine bir diyalog çıkıyor. Yazar bu konuşmada Avusturalya’ya kısa bir süreliğine çalışma yapması için davet alıyor. Verdiği kararla da hayatına yön vermiş oluyor. Bu konuşmalara baktığımızda yazarın eğitimli mesleğinde başarılı bir hekim olduğunu görüyoruz. Ve aslında yazar bu kısımda dünyevi varlıklarından kurtulmaya başladığını görüyoruz. Çocukluk hayali olan Avusturalya’yı görme arzusu onun, muayenehanesini, evini, arabasını ve bütün sevdiklerini bırakması anlamına geliyor. Bu şekilde dünyevi olandan vazgeçmeyi öğrenme adına ilk adımını atıyor.

Avusturalya'da yaşamaya başladıktan sonra mütevazı bir hayat yaşamaya başlıyor. Yemeklerine alışmış, hatta sevmiş. Suları bol buzlu içiyormuş. Bunlara alışması zaman almıştır ancak, kabile ile katılacağı yolculukta yemekle ve suyla birçok kez sınanacaktır.

Yazar mesleki (tıbbi) bir açıklama yaparken ya da amacı bilgilendirme olduğunda yazıyı bir bilimsel makale olarak okuyoruz. Anlatım dili basit olan kitabın bu bilimsel bilginin olduğu bölümlerde yazarın anlatımdan uzaklaştığını ve amacının sadece bilgi vermek olduğunu görüyoruz (s.50).

Anlatıcıya bir falcı, bu ülkenin onun kaderi olduğunu söylemesiyle yazar dilsizleşir. Sessiz kaldığı ilk an burada başlar ama sonraları kabile ile olduğu anların çoğunda susmak zorunda kalacaktır. Bunun en büyük sebeplerinden biri kabilede İngilizce konuşan Ooota dışında kimsenin olmaması, ikinci sebep ise kabilenin yürüyüşleri boyunca sessiz kalmalarıdır.

BÜYÜK UMUTLAR
Bu şehirde yaşamakta olan bir zenci halkın (Aborijinler) dışlanmış ve şehirden çok uzakta çölde yaşama alanı tanındıklarını öğrenirmiştir. İnsanların bu kabileyi dışlama sebebi o insanların özel güçlerinden korkuyor olmalarıydı. Bu bölümde bir bilinmeyene karşı duyulan korku var. Kabilede yaşayan insanların neler yapabileceklerini kestiremiyorlar. Bu insanların ne denli kötü oldukları makalelere ve kitaplara konu olmuştur. Geoff adında yakın bir arkadaşı ona bu konularda okuması için yazılar vermiştir. Bu yazıları yazar kitaba olduğu gibi yazmıştır. Yazar bize objektif olma imkanı sunmuştur. Kendi fikirlerini empoze etmek yerine, bize kendi düşüncelerimize bırakmıştır. Aborijinlerin yamyam olduklarını, hatta kendi çocuklarını bile yediklerini konu edinmiştir bu makaleler. Yazar bu okuduklarından etkilenmediği gibi, Avusturalya'da yaşayan melez olan Aborijinilerle bir iş kurar (sineklik yapımı). Bu çalışmalarının olumlu sonuç vermesiyle asıl çölde yaşayan kabileden bir davet alır. Yazarın Avusturalya’ya gelmesi ve bu insanların hayatına girmesi bir davetle gerçekleşiyor. Aldığı bu iki davet de hayatının dönüm noktası oluyor.

Ayrıca bu seyahati sırasında kabilenin melez çocuklarından birini benzin kokusunu içine çekerken görüyor ve etrafındaki kimse gibi o da bu duruma engel olmuyor. Doktor kimliği olarak o çocuğa engel olmaması ve ertesi gün o çocuğun ölmüş olması onu derinden etkiliyor. Bu da bu halkın gençlerine çalışma imkanı sunacağı bir hayat kurmasında en büyük rolü oynamış oluyor. Toplumun saydığı bir kişi olan yazarımız bu projenin hayata geçmesiyle ve bu gençlerin hayata atılmasıyla toplumdaki yerlerini belirlemiş oldular.

Bölümün sonunda ise kitabın başladığı yere geri geliyor. Hotel önünde Ooota’yı bekleme anına…

ZİYAFET
Bu bölümde yolculuğunun ilk akşamından yemekten başlar. Akşam yemekleri onlar için önemli, çünkü sadece akşamları yemek yiyorlar. Buraya gelirken yemeğin nasıl olacağını düşünürken, karşılaştığı manzara onu şaşırtır. Ateşte yaprakların arasında pişirilmiş solucandır o geceki yemekleri. Bu manzara karşısında dili tutulur. Bu yemeyi asla yemeyeceğini düşünür ama yemek zorunda kalır.

Ateş bu kez karşımıza doymak için kullanılan bir araç. Yemeğin pişmesini sağladı. Daha önce insanın elinden eşyalarını yakmıştı. Oysa şimdi o insanların en büyük gereksinimleri olan açlık duygusunu bastırmada yardımcı olacaktır. Ateşi ne amaçla kullanırlarsa ateş onlara o yüzünü gösterecektir. Yapraklar ise bu bağlamda çok önemli; onlara önce tencere olarak hizmet ederken sonra tabak görevini üstlenecek. Daha sonra karşımıza ilaç olarak da çıkacaktır. Dili tutulur, yani şaşkınlığın verdiği bir şokla susar. Anlaşmaya yarayan dili susmayı tercih eder, konuşamaz olur.

“Asla, asla deme”(s.65); akşam yemeğinde yemek zorunda kaldığı solucan sayesinde o gün asla kelimesini söylememesi gerektiğini öğütler kabile üyeleri. Asla çok tahmin edilemeyeceğinden çok uzun zaman sonrayı anlatır. Ve yazar kabileye girdiği ilk gün asla kelimesini kullanmasının çok anlamsız ve söylenmemesi gerektiğini öğrenir.

Akşamları masallar ve şarkılar söyleniyor. Tanrıya ve evrene teşekkürlerini şarkılarla sunan bu insanlar aynı zaman da bu işi eğlenerek yapıyorlar. Yazmayı ve okumayı bilmedikleri için hikayelerini, şarkılarını her gece söyleyerek akıllarında tutuyorlar. Gündüzleri sessiz olan bu kabile sabah ayinleri ve akşam şarkılarıyla bütün günün suskunluğunu üzerlerinden atıyorlar. Masallarda ise kabileye misafir gelen kişiyi bilgilendiriyorlar. Ooota’nın çevirisiyle onların hayatlarını dinliyor.

Yazar yerlilerden bahsederken onları ötekileştiriyor. Örneğin, onlara kendi yöntemlerini öğretmekten bahsediyor ve onların ona kendi yöntemlerini öğrettiklerini söylüyor. Bu durumun zamanla değişeceğini göreceğiz. Aynı zamanda Aborijinli’lerin yazardan bahsederken beyaz diyerek, yazarı ötekileştirdiğini görüyoruz.

Bu yolculukla beraber kendi öz benliğini bulacaktır. Bulmaya çalışacağı bu benlik arayışında ona kullanması için bir takma isim takacaklardır (kabile üyelerinin sabit bir ismi yoktur insan edindiği tecrübe ve kazandığı yetenekle ismini alır ve herkes kendine yaptığı işe, başarılı olduğu konuya göre isim verir). Yazara yol boyunca kullanması için “Mutant” ismini verirler. “ Mutant, temel yapısında değişime uğrayan ve bu nedenle ilk yaratıldığı andaki gibi olmayan kişi idi.” (s.68)

Gece içmeleri için taş kaynatıp çay olarak içiyorlar. Bu çayın anlamı ise onun ayaklarının bu yürüyüşe karşı dayanmasına bir teşekkür. Burada ilginç olan ise bu insanlar insanlara değil onların organlarına teşekkür ediyorlar. Çayı içtikleri bardak ise bir hayvan mesanesi. Bu insanlar ihtiyaçları olduğu zaman hayvan öldürüp yiyorlar. Sadece ihtiyaçları olanı evrenden istiyorlar, fazlasını istemiyorlar. Gece yatarken yazara hayvan postu veriyorlar ve bu postu yatak, yorgan ya da yastık olarak kullanmasını ona bırakıyorlar. İlk gece postu çöl böcekleri ve yılanlarıyla arasına mesafe koymak için yere seriyor. Yere yatınca aklına çocukluğu geliyor (geçmişe çocukluğuna dönüyor, zamanda sıçrama yapıyor). En son çocukken yere uzandığını anımsıyor.

Ertesi sabah bu insanları tanımak onu çok mutlu etmişti ve bunu şu sözleriyle tamamladı; "İnsan yüreğinden akan şeyin sadece kan olmadığını öğrenmiştim”(s.71). Yukarıdaki güce böyle bir deneyim için teşekkür etmişti.

SOSYAL GÜVENCE
Hayvan ve güneş kavramlarını bir arada görüyoruz. Hayvanların güneşi ve yaydığı ısıyı sevmediği söyleniyor. Hayvanların varoluş nedenlerinin insanları beslemek olmadığına inanır kabile üyeleri. Yazar ise hayvanların atmosfer dengesini sağlamak arkadaş olmak ve eğitimde örnek oluşturmak için hayatımızda olduklarına inanır. Bitkinin hayvanları beslemek, toprağı sağlıklı kılmak ve güzellik vermesi için var olduğuna inanır kabile halkı. Bitkilerin hayat olduğunu söylerler. Yazar ise bitkileri oksijen ve karbondioksit değişimi olarak görür. Anlatıcı bu bilgilere belli bir eğitim sonucu ulaşmıştır. Ancak bu insanlar hiçbir eğitim almadan birçok şeyi doğru ve olması gerektiği gibi biliyor. Kabileyle ilgili şunları söyler: “Aborijinliler evrendeki her şeyin bir varoluş nedeni olduğunu düşünür, her şeyin amacı vardır. Hiçbir şey rastlantısal, anlamsız ya da yanlış değildir. Sadece ölümlü olan insana henüz açıklanmamış sırlar vardır.”(s.74).

Ertesi sabah şarkılar söyleniyor, yazar bu şarkılar dua niyetinde söylendiğini söylüyor. Kabile üyeleri ise şarkıları hayvanlara ve otlara söylerler. Çünkü onların yolları olduğuna inandıkları yollardan geçeceklerdir. Burada amaç onları onurlandırmaktır. Onurlandırma insana karşı yapılacak bir kavramken burada hayvanlara ve otlara karşı yapılıyor. İnsana özgü olan şeyler doğaya ve içindekilere söyleniyor. Biz nasıl bir sanatçıyı onurlandırıyorsak onlar da hayvanları ve bitkileri onurlandırıyor. Bu insanlar açlık da yaşamıyorlar çünkü evrenin şarkılarla iletilen bu mesajlarını aldığını ve onların önüne her gün yiyecek bir şeyler çıkardığını söylüyorlar. İnsanlar yemek yaparken bu insanlar yemeklerini evrenden istiyor, karşılarına çıkarsa yemeklerini yiyorlar. Karşılarına çıkan yemeklere de şükran duygularını iletiyorlar. Bu insanlar asla insana değil onun dışında her şeye teşekkür edip şükran duyuyorlar.

Önceleri ötekileştirdiği bu toplumu yavaş yavaş benimsediğine dair cümleler görüyoruz. Yazar; “kahvaltı etmedik karnımızı yalnızca gece doyurduk”(s.75) diye bir cümle kurar. Bu cümlede yazarın artık o insanlara ayak uydurmaya çalıştığını görüyoruz.

Yolculuğuna başladığından beri pek fazla su içemedi. Bunun sebebi etrafta su kaynaklarının olmayışı. Su kaynağı bulduklarında ise suyun hepsini almıyorlar çünkü o sularda hayvanların ve bitkilerinde hakları var. Hayvanları ve bitkileri kendilerinden bir parça olarak görüyorlar. Yazar geldiği yerde buzlu suları içerken suyun soğukluğundan yakınıyordu, şimdi burada suyu hayvan mesanesindeki kaptan, ağaç köklerinden ya da buldukları çamurlu sulardan içmek zorunda kalıyor.

Yön bulma duyuları gelişmiş bu insanlar 5 duyu organlarını da kullanıyorlar. Duyma, görme, hissetme gibi duyularının normal bir insana göre daha gelişmiş olduğunu fark ediyor. Özellikleri hisleri çok gelişmiş bu halkın. Toprağın altında bir sebzenin olgunlaşıp olgunlaşmamış olduğunu bile anlıyorlar. Ve bitkiyi kopartırken bitkinin can vermeye yani ölmeye hazır olduğunu söyleyip kopartıyorlar. Yine insanlara ya da hayvanlara özgü olan ölüm kavramını bitkiler için kullanıyorlar.
Zaman kavramının bu bölümde yitmiş olduğunu görüyoruz. Günleri ve haftaları artık bilmiyor. Artık dostları olduğunu söylediği bu insanlarla yakınlık derecesini biraz daha ileriye götürüyor. Mesafeleri sessizlik anlarında ve şarkılarla ölçüyorlar. Bu insanlar yazıyı reddetmişler çünkü yazının belleğin gücünü yok ettiğine inanıyorlar. Kendi yollarından farklı bir fikre pek açık değiller, şarkılarına asla yeni bir sözcük eklemiyorlar.

Çöl yılanlarından tiksinip korkuyordu yazar. Ancak zamanla yılanın onun aç karnını doyurmasıyla yılan üzerinde düşünmeye başladı. Aslında yılanın hayatımızda bir yeri olduğunu gördü. Din kitaplarında, mitolojilerde, sanatta mutlaka yılanlar vardı. Korktuğu şeylere bakış açısı değişmeye başladı artık tehlikeli olan varlıkların bile iyi yanlarını görmeye çalışıyor. Bu tepki korku anında neredeyse her insanın vereceği bir tepkidir. Korktuğunuz şeylerin iyi yanlarını düşünmek sizi rahatlatabilir. Yılanlardan korktuğu gecelerde sahip olduğu hayvan derisini yatak olarak kullanırken, korkularının azalmasıyla artık onu yorgan olarak kullanıyor.

Zaman kavramını hava şartlarının değişmesiyle algılıyor. Ayların geçtiğini havadaki değişimle anlıyor.

TELLERİ OLMAYAN TELEFON
Bitkilerden yapılmış krepler yendiğini söylüyor yazar. Karşımıza merhem tabak olarak çıkan bitki bu kez yemeğin kendisi olarak çıkıyor. Hasta insana onlar da otlardan çaylar yapıp içiriyorlar; şifa bu kez karşımıza çay olarak çıkıyor.

Sessizlik kavramı bu gurubun konuşup anlaşma biçimi. Bu insanlar telepati yoluyla anlaşma yöntemini kullanıyorlar. İnsanların sarak birbirini anlaması mümkün değil ancak burada beyin gücüyle insanların bunu başardığını görüyoruz. Düşünce gücüyle anlaşmanın insanların arasındaki dil (farklı diller) ve alfabe engelini kaldırdığını düşünüyor. Aynı zamanda insanların beyinlerini açıkça birbirine sunmasının onların yalansız insanlar olduğunu da gösteriyor. Ancak başka insanların bu yöntem pek hoşuna gitmeyecektir çünkü insanlar akıllarından geçen planların, yalanların başka insanlarca öğrenilmesini istemezler. Sesin varoluş nedeni olarak konuşmayı görmüyorlar. Konuşmanın yürek ve akılla yapıldığına inanırlar. Ses sadece şarkı söylemeye, kutlama yapmaya ve şarkı söylemeye yaradığını düşünüyorlar. Yazar bu kabileyle beraber kendi kimliğini bulma yolun girer çünkü bu insanlarla beraber kendi yaşamını sorgular.

ÇÖL İÇİN ŞAPKA
Yazar çölde sineklerden duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. Onların vücuduna yapışmaya çalıştıklarını ve bundan duyduğu öfkeyi birçok kez dile getiriyor. Aylar öncesine dönersek onun şuanda olduğu yerde bulunmasını sağlayan sebep sinekler. Onlarla ilgili yaptığı çalışmalar doğrultusunda bu kabileye davet edildi. Kabile üyelerinden Soylu Kara Kuğu ona sineklerin vücudunu temizlemeye yardımcı olduğunu söyler. Temizlik ve sinek kavramları yan yana düşündüğümüzde ikisinin çok farklı olduğunu görüyoruz. Ve bu sineklerin vücutlarındaki pislikleri temizleme işlemine ise terapi diyorlar. Burunlarının içlerine bile giren bu sineklerin ileride nefes almalarını engelleyecek tozları temizlediklerini söylüyorlar.

Kabile insanlarının makyajsız, ayna kullanmadan yaşadıklarını ve insanın bu şekilde çok fazla mutlu olduklarını kendilerini güzel hissettiklerini söylüyor. Yazar kendini burada çok güzel hissettiğini düşünürken aklında bir masal geliyor. “Ayna ayna söyle bana kim en güzel bu dünyada”(s.96). Yazarın kendini uzun zamandır güzel hissetmediğini anlıyorum onu çocukluğuna, çocukluğunda duyduğu masallara götürüyor. Bu masalı hangimiz ilk dinlediğimizde dünyanın en güzelinin biz olduğumuzu düşünmedik ki? Yazar nerede ne şekilde olursa olsun kadının beğenilme duygusunu asla kaybetmeyeceğini ve beğenilmenin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor bize.

MÜCEVHERLER
Akşamları yakmak için bu kez havanların dışkılarını topluyorlar. Bu kez kuru bitkileri toplayıp yakıt yapıyorlar kendilerine. Yazar ilk kez bu kabile için “Gerçek İnsanlar” kelimelerini kullanıyor. Artık bu insanların ne denli müthiş varlıklar olduğunu anlamaya başlıyor. Kendi kimliğini bulma yolunda bu gerçek insanların ona uzattığı yardım elini iyice görüyor.

ET SOSU
Yazar kabile üyelerinin çöl üzerinde mezarın bozulmuş olan haçını düzeltirken görür. Onlara ait olmadığını duyunca, bu insanların halkının yaşayışını onaylamasalar da bunu sadece saygıdan yaptıklarını öğrenir. Korkuya kapılır geçmişini düşününce çünkü çıkarları adına savunacağı birçok inancı vardı ve düşünüyordu kendisi bir Budist’in ya da Yahudi’nin mezarını onarır mıydı? Esen rüzgar tam bu sırada vücudunu kedi dili gibi yalamıştı. Pek çok anlamda karşılaştığımız dil bir hayvanın diliyle bütünleşiyor. Ateşin ışığı yüzünü aydınlatmıştı. Ateş burada karşımıza ışık olarak çıkıyor. Yemek için kendi yöresine ait olan bir et sosu yapıyor bu kabileye ve bu kabile şaşırıyor ancak seviyorlar tadını. Ve yazar kabileye pastalardan daha da önemlisi pasta kremalarından bahsediyor. İlerleyen bölümlerde bu iki kavramın önemini daha iyi anlayacağız. Bu insanların yüzü olan varlıkları yemeyi tercih etmediklerini duyunca onlarla ilgili söylenen yamyam hikayesini hatırlıyor. Böyle bir şeyin asla olamayacağını öğreniyor yazar. Kabile üyesi zor durumda kalmadan asla bir hayvanı bile öldürmeyeceklerini ve asla gereksinimlerinden fazlasını da katletmeyeceklerini söyler. Ancak insanların savaşlarda saniyeler içinde binlerce insanı katlettiklerini söyler. Ölümün en acı tarafı savaşla çıkıyor.

DİRİ DİRİ GÖMÜLMEK
Bu insanlarla iletişim kullanmakta çok zorlanıyor; dillerini bilmemenin vermiş olduğu bir sıkıntı bu. Ayrıca bu insanların bir alfabesi yok. Kelimelerin telaffuzu çok farklı örneğin,”pitjantjatjara” gibi. Ya da bir kum kelimesi için 20 farklı kelimeler kullanıyorlar. Kabileyle çevirmeni dışında sadece işaret diliyle anlaşabiliyor. Bu insanlarla bu şekilde konuşuyor. Sessizliğin önemli olduğu bu kabilede anlaşım şekilleri mecburiyetten de olsa sessizlikle sağlanıyor. Dil, sessizlik ve konuşma ya da dilsizlik, vücut dilinin sesi ve gerçek anlamda konuşamamayı görüyoruz. Aylardır yıkamadığı için vücudundaki koku inanılmaz rahatsız edici oluyor. Bu duruma çözüm arayan kabile sesli olarak konuşuyor kendi aralarında.

ŞİFA
Büyük Taş Avcısı’nın hikayesini anlatırken yazar anlatımdan uzaklaşır ancak olayı biliyor gibidir. (Anlatılan geçmiş zaman) –di’li geçmiş zaman kullanarak anlatıyor. “zaten aşağıya inen beş kişinin dördü yaşamını yitirirdi”(s.118). Yazar duyduğu bir hikayeyi bize aktarıyor. Kendisi olayı yaşamamış olmasına rağmen olayı bize görmüş gibi anlatıyor. Anlattığı kişi kayalardan aşağıya yuvarlanır ve kanlar içinde kalır. Kanı hayvanda gördü, ayaklarında gördü ancak ilk kez bu denli acı bir şekilde karşılaştı. Daha önceki bölümlerde bahsettiğim toplanan hayvan kanlarını yaraya sürerler ve o kanın şifa vereceğine inanırlar. Şifacı Kadın ve Şifacı Adam şarkılar söyleyerek ve kanı kanla iyileştirmeye çalışarak şifa ararlar. Yazar hekim olmasından dolayı kemiğin çıkan vücuda tekrar bir müdahale olmadan yerleşmesinin mümkün olmadığını söyler. Şifacı Kadın ona “daima” ve “asla” gibi kavramların çok uzun ve cesur cevaplar olduğunu söyler. Ertesi gün hasta iyileşir otlarla sarılan bacağı eskisi kadar iyi duruma gelir. Hastalıkla çok karşılaşıyoruz kitapta. Doğal yöntemlerle, inançla ve şarkılarla evrenin iyileştirmesi için yapılan dualarla insanlar şifa buluyor. Bu insanlar olumlu düşünüyorlar asla karamsar olmuyorlar. Diğer insanlar ise kötü bir hastalık karşısında olumsuz düşüncelerini insanlara yansıtıp onların da umutlarını yıkıyorlar. İnsanın mutlulukla ve iyilikle aşamayacağı engel yokken insanlar olumsuzluklarıyla her şeyi daha aşılmaz hale getiriyorlar. “Gerçek İnsanlar Kabilesi” ise asla inançlarını kaybetmiyorlar.

TOTEMLER
Artık açıkça hayvanlar ile olan ilişkilerini “ hepimiz bir bütünüz” olarak nitelendiriyorlar. Kum fırtınasına yakalandıkları anda kumların yüzüne çarpmasını kan iziyle lekelenmiş gözlük takmaya benzetiyor. Kan kavramını tozda görüyoruz.

Bu bölümün içeriği hayvanların bazılarını betimlemekle geçiyor. İnsanlarla hayvanların karşılaştığını görüyoruz. Örneğin, yılanın kendi derisini atarak daha iyi görünmesini sağlar. İnsanın da bunu yapması gerekir. “Eğer bir kişi yedi yaşındaki inançları ile otuz yedi yaşında hala iyi ve mutlu hissedebiliyorsa, bu kişi ömrünü boşa harcamış demektir.” (s.131). Hayvanların doğadaki yerlerinin önemini vurgulayan kabile, tükenen her bir hayvanla insan neslinin de tükendiğini söyler. Yazar bir hayvana benzetilir. Yere çizim yapan kabile üyeleri kadını daha önce hiç görmedikleri bir hayvana benzetirler. Yazar bu hayvanı daha önce gördüğünü ve onun bir çita olduğunu söyler.

DİKİŞ DERSLERİ

Karşılıklı bilgi alışverişi yapıyorlar. Dikiş ustası, insanların yaşlanıp işe yaramaması gibi bir şeyin asla söz konusu olmadığını söyler. Çalışan insanlar emekli oldukları andan itibaren kendilerini işe yaramaz gibi hissediyorlar. İnsanların gerçek varlıklar ancak işlerin gerçek bir nesne olmadığını düşünüyorlar. Bu sebeple insanların kendilerini nesne olarak görmesini anlamıyorlar.

MÜZİK ŞİFASI
Bu insanlar sürekli susmalarına rağmen müzikle konuşuyorlar. Hayatlarının büyük bölümünde susan bu insanların müzik söylerken adeta devleştiğini görüyor yazar. Müzik aletleri olarak doğadan yararlanıyorlar. Kuru ağaçlardan, tohumlardan, büyük yapraklardan çalgılar yapıyorlar. Bu insanlar sürekli şarkı söylüyor ve yazıları olmadığı için şarkıları sürekli söyleyerek zihinlerinde tutuyorlar.

RÜYA YAKALAYICI
Güneşin aydınlığıyla başlıyor güne. Bunun özellikle üstünde duruyor yazar güneşin ışık etkisini vurguluyor. O sabah Ruhsal Kadın bir rüya görür ve rüyasının gerçekleşmesi için şarkılarla ve sözlerle şükranlarını dile getirir. Yolculuğun başından beri sesli yapılan bu ayinler mutantın (yazar) anlaması için sesli yapılıyor. Çalıların arasında büyük bir örümcek ağı, hayvan derisinin üzerine sürülen bitkisel yağlarla kaplı derinin üzerine yapıştırılır. İnanışa göre insanın kendi tablosu oluşturuluyor. Kendini tanıma yolunun sonlarına yaklaştığı bu dönemde insanların yaptığı bu işlemle kendi tablosunu görüyor yazar.

Bu insanların kendilerine verdikleri isimler yeteneklerine göre zamanla oluşmuştur. Bu insanlar herkesin bir özel yeteneği olduğunu ancak, bunu fark edip geliştirmenin insanın elinde olduğunu söylerler. Rüyalar da böyledir. İnsanlar görür ancak ya unutur ya da yorumlayamaz. Rüyalar bilinçaltının yansımasıdır ve bu şekilde bilinçaltımızda olan gerçek açığa çıkar. Zaman zaman bizler rüyalarımızı gördüğümüz olaylarla karşılaşır ancak anlamlandırmayız. Bu insanlar yaşamlarına rüyalarla yön veriyorlar.

AKŞAM YEMEĞİNDE BİR SÜRPRİZ
Bu bölüm de her bölüm olduğu gibi sabah olarak başlıyor. Kronolojik olarak gittiğini ve anlaşılmasının çok rahat olduğunu görüyoruz. Zamanda sıçramalar olsa bile yazarın anlattığı ana konu düz bir zeminde gidiyor. Bölüm başları bile “sabah” ile başlıyor ve bitişler akşam yattığı anla bitiyor.

Sıcak yüzünden cildi kat kat soyuluyor kulakları kuruyor ve bunların iyileşmesi için yine bir merhem sürülüyor. Cildinin rengi de neredeyse kabile üyelerinin rengine yakın bir renk oluyor. Sabah şarkıları bu kez yolda karşılarına bir deve çıkması içindi. Seslerini duyan evren karşılarına bir deve çıkardı. Eti yenen devenin ciğeri, kalbi, toynakları bir kenara ayrıldı saklandı. Yazara ise hayvanın mesanesinden kendisine ait olacak bir su matarası yapıldı. İlk günlerinde bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu ancak şimdi kendine ait bir matarasının olması onu mutlu etti. Yerde bulduğu hayvan dışkılarını topladı kendi elleriyle. Oysa ilk günler bu durumdan da tiksiniyordu. Burada insanların zamanla bulundukları ortama ayak uydurmaya başladıklarını görüyoruz. İçgüdüsel olarak mı bilinmez ama bu durum genelde bu şekilde oluyor. Güneşin bu kez sıcağından yararlanıldı. Fazla gelen etlerin sıcakta kuruması için güneşin altına bırakıldı. Hayvan derisiyle yatak, yorgan ve yastık yapmışlardı oysa şimdi güneşten korumak için güneşlik görevi görüyordu.

BALLI KARINCALAR
Güneşin altında kavurucu sıcakta yürürken gözlerini kısarak yürüyor. Nasırlaşmış ayağı güneşin yaydığı ısıdan dolayı terliyor. Akşam yemeği için buldukları yiyecekleri bu gece soframızı onurlandıracak diye bahsediyorlar. Yine insan için kullanılan bu kelimeyi bu kez sofraya gelecek yemek için kullanıyorlar. Bu akşam ilk kez o da şarkılara eşlik etmeye başladı ve ardından oynanan yaradılış oyunuyla gece devam etti. Bu oyun büyük bir yaprağın her kişiye yetecek kadar bölünmesi ve bu yırtılan parçaların tekrar bir araya getirilmesiyle oyun sonlanır. Oyunun amacını Ooota şöyle anlatır; “İşte bu yaprak parçaları gibi insanlar da birbirlerinden ayrı parçalar gibi görünürler. Oysa biz hepimiz bir bütünüz. İşte bu nedenle bu oyunun adı yaradılış oyunu.”(s.59). “Bir olmak, hepimizin aynı olması anlamına gelmez. Her varlık biriciktir ve özgündür. İki varlık asla aynı mekanı kaplamaz. Yaprağın bir bütüne varabilmesi için tüm parçalarına gereksinim duyması gibi, her ruhun varacağı özel bir yer vardır. İnsanlar çeşitli hileler yapabilirler ama sonunda her şey doğru yere gelecektir. Bazılarımız düz bir yol ararken, bazılarımız da dolambaçlı yollar kat etmekten hoşlanırız” (s.159). Bu şekilde çok fazla mesaj veriyor bize bu kabile ve bir kez daha bu kitabın yazılış amacının kesinlikle sadece insanlara bu kabile sayesinde doğru ve saf düşünceyi iletmek olduğunu anlıyoruz.

Yazar bu bölümde ilk kez kabile dışındaki insanlara mutantlar diyor. Artık kendisini kabileden biri olarak görüyor. Metnin bu bölümünden sonra yazar için öteki olanlar “Gerçek İnsanlar Kabilesi” dışındaki insanlar. Artık ötekileşmeyi kendi insanlarına yapıyor. Kabilenin ilk kez inancı konu alınıyor. Hz. İsa için bizim büyük abimizdir diyorlar.

KABİLENİN ÖNÜNDE
Bu sabah ilk kez sabah ayinini onun yapması rica edildi ve guruba bugün yürüyüşte yemek ve kalınacak yer bulma konusunda o önderlik yapacaktı. Artık bu insanlardan biri gibiydi; onların sabah şükür dualarını, şarkılarını ezberlemişti. Ancak önderlik yapıp yemek bulmak onun için hayli zor bir durumdu. İlk günleri hiçbir şey bulamadı. Ne su ne yemek… Aç yattılar. İkinci gün kabile üyelerine ona yardımcı olmaları için yalvardı ancak kimse yardımcı olmadı. O gün insanları aç ve susuz bıraktığı için çok acı çekiyordu. O gece de aç ve susuz yattılar. Üçüncü günün sabahında artık konuşamıyordu ancak dilsiz kalmasının sebebi dilinin kurumuş olmasıydı. Dilini ağzında duran bir süngere benzetiyordu. Susuzluktan öleceğini hissediyordu. Ölüme ilk kez bu kadar yakın olduğunu söylüyordu. Bilinci bulandı ve geçmişe dönüp ailesindeki insanları düşündü. Onları bir daha göremeyecek olmanın üzüntüsünü hissetti. Bir süre sonra aklına bu insanlar yaptığı sesli çağrıyı sessiz yapması gerektiğini hatırladı. Sessizce yapılan yardım çağrısı yanıt buldu ve “taşı ağzına koy” yanıtını aldı (kitabın başında hayatını kurtaracağını belirttiğim taş). Taşı ağzına koymasıyla taşın ağzını sulandırdığını hissetti. Bu kez su bulmasına yardım etmelerini istedi cevap olarak “su ol” yanıtını aldı. Yazar suyun her halini aklına getirdi; yağmur, erimiş kar, hatta suyun kokusun daha almaya çalıştı. Bir süre sonra su kaynağını bulduğu ve içinden o bulduğu su kaynağına annesinin adını verdi. Yine insana özgü kendi bulduğu ya da icat ettiği şeye kendi ya da sevdiği bir insanın adını verme isteği. Çünkü geldiği toplumda çağlardan bu yana insanlar önemli nesneleri adlandırıp sahipleniyor. Şükran duygusunu iyice öğrendi çünkü evren onun cevaplarını asla karşılıksız bırakmıyordu. Yardımlaşacağı insanlarla birlikte oldukça da bu böyle olacaktı.

YEMİNİM
Yazar gizli bir mağaraya alınacak ve 50 yıl önce onunla aynı gün doğan kişiyle tanışacaktır. Masal Anlatan Kadın, “Bu insanla tanışacaksın, çünkü her ikiniz de aynı anda doğdunuz ve ruh düzeyinde tanıştınız” der. Yapılan bazı ayinler sonucu yemini kabul gördü. Yüzüne kırmızı boya sürdüler; kemik, sinir, kan ve dokuyu simgeliyordu. Bütün bunlar insan vücudunu ayakta tutan şeyler. Görüneni sembol olarak kırmızı boyayla gösteriyorlar. Ancak ruhani olanı sessizlik içinde telepati yöntemiyle kutsuyorlar.

RÜYA ZAMANI AÇIKLANIYOR
Burada mekânımız artık bir mağara. Hiçbir yeri sahiplenmeyen bu insanların bu mağarayı sahiplenmiş olduğunu görür. Bu mağaranın bir kısmı müze yapılmıştır. İçinde ise diğer insanlara ait şehirden gelen eşyalar vardır (pil, resimler, gazeteler vb.). Önceki bölümlerde almış oldukları deve toynağını burada kesici bir alete dönüştürüyorlar. Müzede heykeller var ve bu heykellerden Tanrı’yı simgeleyeninin gözleri yok. Bunun sebebi ise Tanrı’nın insanların niyetlerini ve duygularını hissettiğine inanıyorlar. Bu sebeple gözlere ihtiyacı olmadığını söylüyorlar. O gece yapılacak ayin için onu kuşa benzetiyorlar. Kabileye ilk geldiği gün bu insanların kuş tüyleriyle süslenmiş olmaları ilginç gelirken bu işlemin kendine yapılmasını yadırgamıyor. Artık sadece 9 kişi olarak devam edecekler bunlar: Yaşlı Kişi, Zaman Koruyucu, Ooota, Şifacı Adam, Şifacı Kadın, Anı Koruyucu, Kuşların Akrabası ve yazar. Yaşlı Kadın yazara bekâret yemini ettiklerini ve artık nesillerinin devamının olmayacağını ve bu dünyadan ayrılma vakitlerinin yaklaştığını söyler. Yazarın ise bir elçi, insanlığa mesajlarını iletecek kişi olduğunu söyler. Toprağın bütün insanlara ait olduğunu ancak insanların savaşlarla pay ettiklerini, bu sebeple de insan teninin zamanla bulunduğu ortama ayak uydurmasıyla renginin açıldığını yazara anlatıyorlardı. Korku kavramının sadece hayvana aittir ancak insanda korkuyla tanıştı. Ufak yaşta çocuklara cezalarla yemekler yedirildi, çocuklara şükran duygusu dayatmayla yapıldı. Oysa bu duygular içten gelerek yapılmalı. Gerçek insanlar kabilesi ölümü de doğum kadar neşeli karşılıyor. Ölen insanın zamanı geldiğinde yaşam fonksiyonlarını durduğu ancak bundan önce doğum anında söylenen sözler tekrarlanıyor; ” seni seviyoruz ve yolculuğunda sana destek olacağız”.

ARŞİVLER
Zaman tutma adını verdikleri, güneş ışığını ince bir delikten mağaranın içine alan bir delik vardı tavanda ve bu delik yere belli bir noktaya yılda bir kez denk gelirdi. Bu da en son zamanın üzerinden bir yıl geçmiş olduğu anlamına gelirdi. Mağaranın duvarlarında çizimler vardı. Burada tarihe göre yaşanan olaylar resmedilmişti. Okuma yazma bilmeyen bu insanlar bunu başarmışlardı. Kendisine de doğal boya verip elini duvara koyup ağzına aldığı boyayı elinin etrafına püskürtmesi istenmişti. Bu şekilde o kadar hatıranın içine ilk kez bir yabancı el girmişti. Orada yeni bir tarih yazıyordu. Daha önce kimsenin giremediği bir yere girdi ve bu yerin tüm özelliklerine ait oldu. Kendi yılına ve doğduğu güne geldiğinde bir bebek doğumu resmi vardı. Onun Kara Kuğu yani aynı zamanda ruhsal eşi olduğunu da öğrenmiş oldu. Kara Kuğu ile konuştu doğumlarında birçok ortak nokta vardı ama ben ikisinin de doğumunun yapılacağı yer uzakta olduğu için annelerinin çok fazla mesafe kat ettiğini söylemek istedim. Farklı şekillerde bile olsa bu kitabın temelini yürümek oluşturuyor. İnsanlar yürüyerek yollar kat ederek varmak istedikleri yerlere varıyorlar. Aslında her yola çıkış yeni ufuklar yeni bir şeylerin öğrenilmesi de demek.

Metnin şimdisi olduğunu düşündüğüm noktalardan biri; “konuştuklarımızın pek çoğu kişiseldi ve bu yazıda yer almasının uygun olmayacağını düşündüğüm konulardı…” (s.197).

GÖREV
Ateş motifi burada karşımıza aydınlatma aracı olarak bir meşalede çıkıyor. Aylarca buldukları kuru dalları hayvan dışkılarını yakarlarken ilk kez biraz daha gelişmiş olan meşaleyi kullanıyorlar. Ölüm kavramı bizler için ne deni acı ve unutulmayacak bir olaysa bu kabilede ölümün bir şenlik olarak yaşandığını daha önce yazmıştım. Dikkat çekmek istediğim başka bir konu ise bu insanların ölümle ilgili hiçbir şeyi önemsemedikleri. Ölülerini toprağın çok altına gömmüyorlar; sebebi ise hayvanların onları yemesi. Hata bazı insanlar ölmeden önce bedenlerinin toprağın üzerin bırakılmasını istiyor. Bugüne kadar onların karnını doyuran hayvanlara yem olmak için. Kendilerinden bir yem olarak bahsetmesi kulağa korkunç geliyor. Ancak bedenin değil ruhun önemli olduğunu düşündükleri için ruh dışındaki hiçbir şeyin varlığını kendi bünyelerinde kabul etmiyorlar. Yeni Platoncu düşüncesinde bizlere verilen her şeyin bir özü olduğu düşüncesiydi. Beden yalan ruh gerçek düşüncesi vardı. Bu insanlar felsefi düşüncelerini bilmeden bazı felsefecilerin inançları üzerine kurmuşlar. Tören ve şölen bu gece yazarın onların sözcüsü ve gelecekte korunması için yapıldı. Şölen esnasında söylenen müzikten çok etkilendi. Çünkü müzik bu kez eğlence değil ayrılığı çağrıştırıyordu.

BİR KUTLAMA ŞÖLENİ
Yazar Amerika’dan bahsettiği bir cümlesinde, “kendi memleketim, Amerika’daki insanlar…”(s.206) diye bahsediyor. Hala memleketi olarak kabul ediyor ancak ülkesinin insanlarını artık bir başkası olarak gördüğünü görüyoruz. Bu paragrafın devamında Amerika’da yaşayan gençleri eleştiriyor. Ve kabilenin gençlerinden bahsederken “ bizimkine benzemeyen bir gençlik dünyası” diyor. Artık kendisini “Gerçek İnsanlar Kabilesi” üyesi olarak görüyor. Kabiledekiler onun birden çok yeteneği olduğuna inanıyorlardı ve ona bir kabile üyesi olduğu için isim taktılar o artık “ Bir Çift Yürek” oldu.

SEL
Tekrar yürümeye başladılar. Gökyüzünün o sakin havası gitti ve yerini hiddetli, gürültülü bir hava aldı. Gökyüzünün çıkardığı seslerden ve oluşturduğu bulutlardan gökyüzünü trene benzetti. Susuzluk yüzünden önceki bölümlerde ölüm korkusu yaşamıştı. Şimdi ise şiddetli yağmurun etkisiyle oluşan heyelanla, suyla karışık toprağın altında sele kapıldı. Ölüm korkusuyla yine baş başa kalmıştı ancak yine onu doğa kurtardı sarıldığı bir ağaç sayesinde hayatta kaldı.

VAFTİZ
Çölü arkalarında bırakıp denize yaklaşmışlardı, buldukları derin su birikintisinde suya girdi yüzdü. Yeni bir din değil ancak yeni bir inanç kazanmıştı ve bu yüzden bu yıkandığı suyu onun ikinci vaftiz suyu olduğunu düşündü. Vaftiz olmanın Hristiyanlıkta ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Yazarın edindiği bu hayatın onun için yeni bir dönüm noktası olduğunun da ispatı. Çok dindar bir yapı sergilemeyen yazar için yine de inandığı değerlerin önemini ve Tanrı inancını görüyoruz. Vaftiz olma durumunun saflıkla bağlantılı olduğunu ve o saf vücuda dökülen suyla bütün kötülüklerden arınma inancının hakim olduğunu duymuştum. Yazar artık yeni hayatıyla yeni inancıyla ilk vaftiz olduğu günkü adar saf ve temizdi.

Yediği bir balık ile ilgili yaptığı yorumla yazarın bu metni yazdığı güne yani şimdisine gidiyoruz. “Balığın o tütsülü lezzeti en değerli anılarımdan biri olarak hala belleğimde”.

VEDALAŞMA
Soylu Kara Kuğu sabah ayini sırasında bütün bu yolculuk süresince yazardan insanlarla ilgili öğrendiklerin yorumlayarak Tanrıya iletiyor; “mutanta pek çok şey öğrettik; biz de ondan pek çok şey öğrendik. Anladığımız kadarıyla mutantların yaşamında et sosu diye bir şey var. Onlar gerçeği biliyor ama çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve baharatlı bir kabuğun altında gömülü kalmış. Yaşamlarında bir de pasta kreması diye bir şey var. Bu onların varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirdiklerini ve yaşamlarının pek az zamanını sonsuz varlıklarını geliştirecek eylemlere ayırdığının bir kanıtı bizce” (s.220)

Yazarın kabileye ilk geldiği gün üstündekileri çıkarması ve verdikleri beyaz bezi üzerine sarmasını kadınlar ona işaretle anlatmışlardı. Bu şekilde işaret dili ile kabileye girdi. Şimdi vedalaşma vakti geldi ve işaret diliyle ona gitmesi gerektiği anlatıldı.

Neden bir çift yürek ismini aldı: “Bizim yanımıza iki açık yürekle geldin. Şimdi bu iki yürek hem bizim hem senin kendi dünyan için anlayış ve duygu ile dolu.” (s.221).

MUTLU SON MU?
Metinde sürekli onu izleyen bir şahinden bahsediyor. Çöl boyunca kitapta şahini sık sık gördüğünü okuyoruz. Kente girerken bu şahin başında bir tur atıp onun yanından ayrılıyor. Şahin bu metnin motiflerinden biri oluyor.
Kasabaya girdiği anda insanlar tarafından hayretle karşılanır insanlar ondan gelen kötü kokular yüzünden ve saçının dağınık kıyafetinin kirli oluşu, insanları ondan uzaklaştırır. Kabileden çıktığı andan itibaren kendisiyle ilgili gerçeklerle yüzleşir. Kokusunun kötülüğünü kasabada fark eder. Bir adamdan para ister ve iş yerinden para ister, alışveriş yapar, hotele gider, giyinir, süslenir, yıkanır. Bir süre daha Avustralya’da kalır ancak buradaki hiçbir insana yaşadığı deneyimi anlatamaz. Ve ülkesi Amerika’ya döner. Artık kabileden bahsederken geçmiş zaman kullanıyor çünkü artık kabilede yaşadığı günler onun geçmişi oldu. Hepsi birer anı olarak belleğinde yer etti. “Acı çeken yeryüzünün korku dolu çığlıklarını duymak” insana özgü kavramları doğayla bütünleştiriyor.

Yazar bu kitabı yazmaya nasıl karar verir:
Amerika’ya gittiği günlerde insanlara deneyimlerinden bahsetti. Ancak bir gün kızı ona bu deneyimlerini yazması gerektiğini, böylelikle daha fazla kişiye ulaşabileceğini söylemesi üzerine yazar deneyimlerini yazma kararı aldı. Her kesimden farklı tepkiler aldı; aşırı muhafazakâr Hıristiyanlardan, beyaz yanlılarından çok fazla olumsuz tepkiler aldı. Ancak bunun yanında birçok ülkede bu konuyla ilgili toplantılara çağrıldı ve fikirlerini anılarını paylaştı. Yazar deneyimleri sayesinde artık olumsuz olan her şeyden mutlu olacağı bir şeyler mutlaka buluyor.

Amerika’ya gelmesinden kısa bir süre sonra babasını kaybetti. Bu ölümü çok olgunlukla karşıladı. Babasının hatıralarından bir parça bile vermeyen üvey annesine kızmadı. Aksine ona ait olanların ona verilmemesiyle olgunlaştığını düşünüp bu konu üzerinde pek düşünmedi.

Yaşamının geri kalanını gerçek insanlardan öğrendiklerini uygulayarak geçirmek istiyor. Bu temennisiyle kitabımız son buluyor.

İncelemesini yaptığım kitabın yazarının sadece iki kitabı bulunuyor. Yazarlık hayatı şimdilik iki kitapla sınırlı kalmış olan yazarın, kitabını bir solukta okudum. Anlatımı akıcı, hatta felsefi ya da bilimsel açıklamalar yaparken bile dilini basit tutmuş. Kitapta ele aldığı kabileyle olan anılarında dikkatimi çeken şeylerden biri bu insanların ve daha sonra kendisinin birçok dinin vermek istediği mesajları almış olmaları. İslam’dan, Hristiyanlık ’tan, Yahudilik ’ten ve eminim başka dinlerden de bir şeyler bulmak mümkün. Çünkü her dinin öğütlediği “iyi insan olma” adına ne varsa bu insanlarda var. Bu konuyu örtük bir şekilde çok iyi verebilmiş yazar. Yıllar önce tanıştığım sahaja yoga hayatıma girmeseydi yazarın ne demek istediğini anlamaz belki de anlattıklarına inanmazdım. İnsanın düşünce gücüyle birçok şeye yön verebileceğine hatta mutlu olmak için, kendini sağlıklı hissetmek için derin düşünme yeteneğiyle bunu gerçekleştirebileceğine inanıyorum.

Metnin inceleme aşamasında gerekli olan kavramları bulup doğru şekilde açıklayabilmiş olmayı diliyorum. İyi okumalar…