12 Haziran 2015 Cuma

Stefan Zweig'in Satranç'ı - Tuğba Fidan


"Bir nevi şiddetli mefkûrecilik, bir nevi nihilizm, daha doğrusu bir nevi zırdelilik." - P. Safa

     1881 yılı Viyana’sında dünyaya gelen Yahudi asıllı yazar Stefan Zweig’ın “Satranç” adlı uzun öyküsünün konusu, yüzeysel bakıldığında Avrupa’da ün salmış bir satranç şampiyonuyla, Dr. B’nin müsabakası gibi görünse de, asıl olan Nazizim ve onu ardı sıra takip eden faşizm canavarının bir dönemi nasıl etkilediği ve bunun nasıl yıkıcı sonuçları beraberinde getirdiğini elleştiren bir yapıt olduğunu söylemekte yarar var. Sanat ile faşizm arasındaki kanlı savaş, anlatıcının kendine has kalemiyle yeniden kurgulanarak bir nevi şifrelerle kaleme alması da metnin oldukça dikkat çekici bir özelliğidir.

     Öykü, bir gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu vapurunun betimlenmesiyle başlar. Gazetecilerin Mirko Czentovic adında bir “ beyefendi ”ye yoğun ilgisinden dolayı bu betimlemeler yarıda kesilir. Bakımını kasabanın papazı üstlenmiş, sıradan bir balıkçının oğlu olan Mirko Czentovic’i anlatıcı, bir gecede üne kavuşmasına rağmen, iki cümleyi dilbilgisi kurallarına uygun bağlayamayan, itaatkâr, zihinsel özelliklerini iğneleyici bir üslupla anlatarak, bu özelliklere sahip birinin nasıl bu denli yükseldiğini eleştirir. On sekizinde Macaristan, yirmisinde dünya şampiyonu olur. Kendisinden zekâ, hayal gücü ve ataklık açısından daha güçlü olan şampiyonlar bile, onun sabrı ve soğukkanlılığı karşısında pes ederler. Bu başarıdan başarıya koşan şampiyonun imgelem gücünün zayıflığı diğer bir tezatlık içeren özelliğidir. “ Czentovic tek bir satranç oyununu bile ezbere – ya da uzmanların dediği gibi ‘körleme’ oynamayı bir türlü beceremiyordu. Savaş meydanını imgelemin sınırsız alanına yerleştirme yeteneğinden tümüyle yoksun” (S.18) Toplumsal normlardan ve değer yargılarından uzak bir tutum sergileyen Mirko için bu hayatta önemli olan tek şey paradır. Bu tutkusu en kötü yerlerde müsabakalara katılarak, kendi yazmadığı bir kitaba adını satmasına neden olacaktır.

     I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın yenilgisini kaldıramayan Hitler 1919’da Münih’e gider ve kendisine burada bir görev verilir. Henüz yeni kurulmuş olan Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplaması gereken Hitler partinin toplantılarına katılır. Savunduğu görüş ve kendini ifade etme biçimi dinleyicilerin dikkatini çeker ve biranda partinin altı üyesinden yedincisi olur. Anlatıcının tıpkı bir gecede ünlü olan Hitler gibi Mirko’yu yazınsal düzlemde böylesine hırpalaması elbette tesadüfî bir durum değildir.

     Öykü temposu yitirmeyen bir özelliğe sahipken, geminin sigara içilen salonunda Mc Canor’ın finansal desteğiyle salondaki tüm yolculara karşı Mirko’nun oynadığı satranç müsabakasıyla, yazar metinde adeta ikinci bir öykü konusu yaratır ve metinde iki ayrı olay birbirine yedirir. Maçın skoru “olması gerektiği gibi” ilerlerken, kırk beş yaşlarında, neredeyse tebeşir kadar ince uzun, sert yüzlü bir yolcunun yolcuların yapacağı hamleye engel olmasıyla metnin seyri bambaşka bir yöne doğru yol almaya başlar. (S.30)

     Bir zamanlar İmparatorluk için çalışan Dr. B, Hitler’ in yükselmesiyle sakladığı belgeleri ve sırları söylemesi için Gestapo karargâhı olan Metropole Oteli’ ne yerleştirilir. (S.40) Başta çok insancılmış gibi görünen bu otel odası aslında Dr. B için hiçliğin başlangıcı olacaktır. Dış dünyayla ilişkisi tamamen kesilen Dr. B, bu duruma dayanması çok güç değildir, onu asıl yaralayan, otel odasında düşüncelerini yazınsal düzleme aktaracak hiçbir şeyin olmamasıdır. Ne okumasına ne de yazmasına izin vardır. Günden güne hiçliğe sürüklenirken, sorgu memurlarından birinin paltosundan çaldığı bir kitapla umutları yeniden yeşerir. Yeniden okuyabilecek olmanın heyecanı, çaldığı kitabın satranç oyununu anlatan bir kitap olduğunu öğrendiğinde hayal kırıklığına uğrayan Dr. B için artık yeni bir süreç başlamıştır. İmgelem gücünün doyumsuzluğundan dolayı zihin bölünmesiyle karşı karşıya kalan Dr. B, “kendine karşı kendi” oynayacak. Aynı anda bir taraftan zafer kazanırken, diğer yandan kaybettiği için öfkelenecek ve dolayısıyla yaşadığı kişilik bölünmesiyle bir yılın sonunda faşizme karşı verdiği savaşın şiddetine dayanamayıp, gözünü hastane odasında açmasına sebep olacaktır. On dört gün içinde ülkeyi terk etmesi gereken Dr. B bu süre içinde çok yara alır. Ona toplama kampındaki insanlara uygulanan fiziksel şiddet yerine, benliğini günden güne hiçliğe sürükleyen bir yöntem seçilir. Fenomenolojik anlayışla kurgulanan bir ırkı yüceltmek ve geride kalan “öteki” ırkları kalıcı olarak paranteze alma düşüncesiyle başlatılan bu yöntemle, belirli bir rakam yazamamakla birlikte milyonlarca insan, bu düşüncenin ne ilk ne de son kurbanları olmuştur. Stefan Zweig’ın da ülkesinden sınır dışı edilmesi tam da bu sebeple ilişkili olduğu apaçık ortadadır. Hayatının son dönemlerini karısıyla birlikte Brezilya’da geçiren Zweig için Satranç adeta bir veda mektubudur. Yaşadığı ülkeden, sevdiklerinden, yazdığı dilinden sürgün yazar için artık herhangi bir umut ya da çıkış yolu kalmadığı düşüncesiyle otobiyografik özelliklerinin yer yer yoğun olduğu metnini bitirdikten kısa bir süre sonra kendi dilinde var olamadığı Brezilya’ da karısıyla birlikte hayata gözlerini yumar.

     Faşizm, birçok insanın hayatını, umutlarını, sevdiği ve sevmediği her şeyi bir hortum gibi içine alarak var olan kültürleri ve ideolojileri yerle yeksan ettiği bir dünyada, birey, -her ne kadar uzayda yer kapladığımız bir gerçekse de- çemberin en dışına konumlandırıldığında kendini yeniden anlamlandıramıyorsa ve düşünsel anlamda var olamıyorsa “özgürlük” denen şeyin bir kavram olmaktan çıkıp, dillere pelesenk olmuş şarkı sözlerinde yerini alan bayağı, gündelik bir kelime olmaktan öte gidebilir mi?


Stefan Zweig- Satranç (Orijinal İsmi: Schachnovelle) Can Yayınları-2014. Çev. Ayça Sabuncuoğlu