1881 yılı Viyana’sında dünyaya gelen Yahudi asıllı
yazar Stefan Zweig’ın “Satranç” adlı uzun öyküsünün konusu, yüzeysel
bakıldığında Avrupa’da ün salmış bir satranç şampiyonuyla, Dr. B’nin müsabakası
gibi görünse de, asıl olan Nazizim ve onu ardı sıra takip eden faşizm
canavarının bir dönemi nasıl etkilediği ve bunun nasıl yıkıcı sonuçları
beraberinde getirdiğini elleştiren bir yapıt olduğunu söylemekte yarar var.
Sanat ile faşizm arasındaki kanlı savaş, anlatıcının kendine has kalemiyle
yeniden kurgulanarak bir nevi şifrelerle kaleme alması da metnin oldukça dikkat
çekici bir özelliğidir.
Öykü, bir gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e
giden bir yolcu vapurunun betimlenmesiyle başlar. Gazetecilerin Mirko Czentovic
adında bir “ beyefendi ”ye yoğun ilgisinden dolayı bu betimlemeler yarıda
kesilir. Bakımını kasabanın papazı üstlenmiş, sıradan bir balıkçının oğlu olan
Mirko Czentovic’i anlatıcı, bir gecede üne kavuşmasına rağmen, iki cümleyi
dilbilgisi kurallarına uygun bağlayamayan, itaatkâr, zihinsel özelliklerini
iğneleyici bir üslupla anlatarak, bu özelliklere sahip birinin nasıl bu denli
yükseldiğini eleştirir. On sekizinde Macaristan, yirmisinde dünya şampiyonu
olur. Kendisinden zekâ, hayal gücü ve ataklık açısından daha güçlü olan
şampiyonlar bile, onun sabrı ve soğukkanlılığı karşısında pes ederler. Bu
başarıdan başarıya koşan şampiyonun imgelem gücünün zayıflığı diğer bir
tezatlık içeren özelliğidir. “ Czentovic tek bir satranç oyununu bile ezbere –
ya da uzmanların dediği gibi ‘körleme’ oynamayı bir türlü beceremiyordu. Savaş
meydanını imgelemin sınırsız alanına yerleştirme yeteneğinden tümüyle yoksun”
(S.18) Toplumsal normlardan ve değer yargılarından uzak bir tutum sergileyen
Mirko için bu hayatta önemli olan tek şey paradır. Bu tutkusu en kötü yerlerde
müsabakalara katılarak, kendi yazmadığı bir kitaba adını satmasına neden
olacaktır.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın yenilgisini
kaldıramayan Hitler 1919’ da
Münih’e gider ve kendisine burada bir görev verilir. Henüz yeni kurulmuş olan
Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplaması gereken Hitler partinin
toplantılarına katılır. Savunduğu görüş ve kendini ifade etme biçimi
dinleyicilerin dikkatini çeker ve biranda partinin altı üyesinden yedincisi
olur. Anlatıcının tıpkı bir gecede ünlü olan Hitler gibi Mirko’yu yazınsal
düzlemde böylesine hırpalaması elbette tesadüfî bir durum değildir.
Öykü temposu yitirmeyen bir
özelliğe sahipken, geminin sigara içilen salonunda Mc Canor’ın finansal
desteğiyle salondaki tüm yolculara karşı Mirko’nun oynadığı satranç
müsabakasıyla, yazar metinde adeta ikinci bir öykü konusu yaratır ve metinde
iki ayrı olay birbirine yedirir. Maçın skoru “olması gerektiği gibi”
ilerlerken, kırk beş yaşlarında, neredeyse tebeşir kadar ince uzun, sert yüzlü
bir yolcunun yolcuların yapacağı hamleye engel olmasıyla metnin seyri bambaşka
bir yöne doğru yol almaya başlar. (S.30)
Bir zamanlar İmparatorluk için çalışan Dr. B, Hitler’
in yükselmesiyle sakladığı belgeleri ve sırları söylemesi için Gestapo
karargâhı olan Metropole Oteli’ ne yerleştirilir. (S.40) Başta çok insancılmış
gibi görünen bu otel odası aslında Dr. B için hiçliğin başlangıcı olacaktır. Dış dünyayla ilişkisi tamamen
kesilen Dr. B, bu duruma dayanması çok güç değildir, onu asıl yaralayan, otel
odasında düşüncelerini yazınsal düzleme aktaracak hiçbir şeyin olmamasıdır. Ne
okumasına ne de yazmasına izin vardır. Günden güne hiçliğe sürüklenirken, sorgu
memurlarından birinin paltosundan çaldığı bir kitapla umutları yeniden yeşerir.
Yeniden okuyabilecek olmanın heyecanı, çaldığı kitabın satranç oyununu anlatan
bir kitap olduğunu öğrendiğinde hayal kırıklığına uğrayan Dr. B için artık yeni
bir süreç başlamıştır. İmgelem gücünün doyumsuzluğundan dolayı zihin
bölünmesiyle karşı karşıya kalan Dr. B, “kendine karşı kendi” oynayacak. Aynı
anda bir taraftan zafer kazanırken, diğer yandan kaybettiği için öfkelenecek ve
dolayısıyla yaşadığı kişilik bölünmesiyle bir yılın sonunda faşizme karşı
verdiği savaşın şiddetine dayanamayıp, gözünü hastane odasında açmasına sebep
olacaktır. On dört gün içinde ülkeyi terk etmesi gereken Dr. B
bu süre içinde çok yara alır. Ona toplama kampındaki insanlara uygulanan
fiziksel şiddet yerine, benliğini günden güne hiçliğe sürükleyen bir yöntem
seçilir. Fenomenolojik anlayışla kurgulanan bir ırkı yüceltmek ve geride kalan
“öteki” ırkları kalıcı olarak
paranteze alma düşüncesiyle başlatılan bu yöntemle, belirli bir rakam yazamamakla birlikte milyonlarca insan,
bu düşüncenin ne ilk ne de son kurbanları olmuştur. Stefan Zweig’ın da
ülkesinden sınır dışı edilmesi tam da bu sebeple ilişkili olduğu apaçık
ortadadır. Hayatının son dönemlerini karısıyla birlikte Brezilya’da geçiren
Zweig için Satranç adeta bir veda mektubudur. Yaşadığı ülkeden, sevdiklerinden,
yazdığı dilinden sürgün yazar için artık herhangi bir umut ya da çıkış yolu
kalmadığı düşüncesiyle otobiyografik özelliklerinin yer yer yoğun olduğu
metnini bitirdikten kısa bir süre sonra kendi dilinde var olamadığı Brezilya’
da karısıyla birlikte hayata gözlerini yumar.
Faşizm, birçok insanın hayatını, umutlarını, sevdiği
ve sevmediği her şeyi bir hortum gibi içine alarak var olan kültürleri ve
ideolojileri yerle yeksan ettiği bir dünyada, birey, -her ne kadar uzayda yer
kapladığımız bir gerçekse de- çemberin en dışına konumlandırıldığında kendini
yeniden anlamlandıramıyorsa ve düşünsel anlamda var olamıyorsa “özgürlük” denen
şeyin bir kavram olmaktan çıkıp, dillere pelesenk olmuş şarkı sözlerinde yerini
alan bayağı, gündelik bir kelime olmaktan öte gidebilir mi?
Stefan
Zweig- Satranç (Orijinal İsmi: Schachnovelle) Can Yayınları-2014. Çev. Ayça
Sabuncuoğlu