14 Mart 2015 Cumartesi

Duvar (Die Wand)/Marlen Haushofer - Sevda Keleş


Kadın, sorunlarıyla yüzleşmeliydi artık. Yüzyıllardır kendiyle ilgili inandırıldığı ve hatta kandırıldığı şeylere meydan okumalıydı. Haykırmalıydı! Zayıf, güçsüz, aciz, korunmaya muhtaç olmadığını. Ve öyle de yaptı bir gün bir kadın. Bir başkişi tayin etti, dünyaya kadının gücünü gösterecek bir kadın başkişi ve koltuğuna yaslanıp onu keyiflice seyre koyuldu. Adını hiç öğrenemedik bu başkişinin. Gerek de yoktu zaten. O tüm kadınları temsil için vardı. Sonuna kadar da bu çizgisini muhafaza edecekti. 

Bizden biriydi aslında. Hayatı bir debdebenin içinde yaşamaya çalışıyordu. İki kız çocuğu olan sıradan bir gül yetiştiricisiydi. Toplantıdan toplantıya koşturuyor, toplumdaki tüm diğer bireyler gibi hızlı yaşayıp hızlı tüketiyordu. Hayatı boyunca ihtiyaç duymayacağı şeyleri öğreniyor – matematikteki limit gibi- ve buna mukabil hemencecik de unutuyordu. Suni bir hayatın içinde yer alıyordu. Robotik bir ahvalde ömür tüketiyordu. Noel kutluyor, hediyeler alıp veriyor, güzellik ve estetik kavramlarının içini olabildiğince doldurmaya çalışıyordu. Yani yüzeysel, gerçeklerden uzakta, yoksun bir bütünün içinde küçücük bir damla olmaktan öteye geçemiyordu.

Ancak bir gün hiç umulmadık bir biçimde hayatı değişecekti. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… 

Teyzekızı Luise, Hugo adında zengin bir iş adamıyla evliydi. Luise flört meraklısı, Hugo ise hastalık hastası bir karaktere sahiptiler. Hugo aynı zamanda ihtiyaç duymayacağını bildiği halde her şeyden fazlaca istifleme heveslisiydi ki bu durum başkişimizin ileride çok işine yarayacaktı. Öte yandan Luchs adında bir de köpekleri vardı. Kendisi bir gün Luise, Hugo ve Luchs ile birlikte birkaç günlüğüne, Hugo’nun sırf toplumsal itibarını yüceltmek maksadıyla yaptırdığı av evine gidecek ve farkında olmadan bambaşka bir hayata adım atacaktı. İlk günün akşamıydı, Luise ve Hugo, Luchs’u geride bırakarak köye inmişler, ne var ki vakit bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen hala geri dönmemişlerdi. Başkişi ertesi günün sabahında da gelmediklerini fark edince yanına Luchs’u da alarak onları aramaya koyuldu. Lakin ansızın bir şeye çarparak irkildi. Çünkü yolun karşısına geçmeye izin vermeyen görünmez bir şeydi çarptığı. Korku içinde av evine geri geldi ancak içi rahat değildi. Buna mukabil bir kez daha gidecek ve yolun karşısına geçmeyi deneyecekti. Lakin sonuç yine aynıydı, yine görünmez bir şey, bir duvar öteye geçmeye izin vermemişti. Anlamlandıramadığı bir şeydi bu. Yolun karşısına baktığında kuyunun başında yaşlı bir adam fark etti. Ne var ki adam hiç kıpırdamıyordu. Bu ne ilk ne de sondu. Zaman içinde hareket etmeyen başka kişi ve hayvanlara da şahit olacaktı çünkü. Sonunda öte taraftaki herkesin ve her hayvanın öldüğünü, aslında Pompei kazılarında ortaya çıkan insanlar gibi taşlaştığını idrak edecekti. Nedeni ne olabilirdi peki tüm bunların? Acaba yalnızca canlıları öldüren bir silah mı icat edilmişti? Bu toprakları ele geçirmek isteyenler bu silahı kullanmış, zehrin etkisinin geçmesini mi bekliyorlardı. Lakin bu onun kafasını çok da meşgul etmedi. Evde bir takım önlemler almaya koyuldu ancak tüm bu önlemler insandan korunmak içindi. Gülünç olduğunu biliyor ama aklına da başka bir çözüm gelmiyordu. Aslında tedbir almakla çok da meşgul etmedi kendini. Tam tersine yeni hayatına hemen odaklandı. Doğrusu da buydu zaten.

Bir gün ansızın arkasında, memeleri sütle dolu olduğu için acı çeken bir inek belirdi. Sağmayı çocukken tatile gittikleri yerde öğrenmişti. Zorlanmayacaktı. Hemen ineğin acılarını dindirdi. Kendisi ve Luchs, Bella’nın (ineğin) sütüyle beslenmeye başladılar. Neredeyse tüm enerjilerini bu süte borçluydular. Zamanla eve bir misafirleri daha geldi. Belli ki o da bu sütün cazibesine dayanamamıştı. Aksi halde kuşkucu tabiatı buna asla izin vermezdi. O bir kediydi çünkü. Romandaki diğer tüm hayvanların bir ismi varken onun, tıpkı başkişimiz gibi romanın sonuna kadar bir ismi hiç olmayacak, her daim kedi olarak anılacaktı. O da çünkü ırkını temsil için burada konumlandırılmıştı.  Kedimiz iki kez gebe kalacak, ilkinde de ikincisinde de ikişer yavrusu olacak fakat zaman içinde hepsini kaybedecekti. İçlerinden sadece Tiger diğerlerine göre biraz daha uzun ömürlü olacaktı. Gerçi annesinin normlarına uymadığı için annesi tarafından dışlanacak ama çok da bu durumdan etkilenmeyecekti. Ne de olsa ona annelik yapacak, onunla oyunlar oynayacak yedekte bir annesi vardı. Bu yedek anne elbette sevgili başkişimizdi. Bu arada aileye yeni bir fert de eklenmişti. Bella doğum yapmış ve bir oğlu olmuş, adı da Stier konulmuştu. Tam bir aile hayatıydı artık yaşadığı…

Tüm bunlar olurken aslında başkişimiz çoktan adapte olmuştu yeni hayatına. Hugo’nun evini kendi eviymiş gibi benimsemiş, eşyalarını kullanmakta en ufak bir çekince dahi yaşamamıştı. Yapılması gerekenleri hemen idrak etmiş ve vakit kaybetmeksizin işe koyulmuştu. Aslında bu tutumu, daha ziyade bir zihin dağıtma işlevi görmekteydi. Yorgun olan vücudu, düşüncelere dalamadan uykuya dalıyor ve böylece derin çıkmazlara düşmekten kendini muhafaza ediyordu.  Evvela hayatta kalabilmek için yiyecek temin etmeliydi. Gerçi Hugo gıda maddelerini de epeyce tedarik etmişti ancak elbette yeterli değildi. Buradaki hayat şehir hayatına benzemezdi. Öyle markete gidip eksiklerin para karşılığında tedarik edilmesi imkânsızdı artık. Burada elde edilmek istenilen şeyler için mücadele edilmeliydi. Önce yer elması ekebileceği bir toprak parçası arayıp buldu. Gerçi ekinden bihaberdi ama denemekten başka da çaresi yoktu. Artık bakımından mesul olduğu kalabalık bir ailesi vardı çünkü: Luchs, Kedi, Bella, Stier (dana), Tiger v.s. Kendisini onların reisi, daha doğrusu aile reisi gibi görmeye başlamıştı bile. Onlar sayesinde ömründe hiç yaşamadığı böylesine güzel bir duyguyu tatma fırsatını yakalamıştı. Lakin bu durum beraberinde ağır yükümlülükler de getirmekteydi. Avlanmak gibi. Hiç istemese de avlanmalıydı çünkü ailesinin içinde etçil olan üyeler de vardı ve onların sağlıklı kalmaları buna bağlıydı. Sevgili Luchs. Silah kullanmayı şehirde atış talimi yapılan yerlerde öğrenmişti. O konuda herhangi bir zorluk çekmiyordu. Hesabına göre beş yıl yetecek kibrit ve mermisi de vardı zaten. O zamanlar beş yıl ona çok uzak gelmekteydi ancak iki buçuk yılını geride bırakmıştı bile. Nitekim bu vazifesini de hakkıyla ifa etmeyi başarmıştı. Ormanda yaşamaya o kadar alışmıştı ki gitse bile geri geleceğini düşünmekteydi.  Öte taraftan kışın ısınmak için yakıt da gerekecekti ve onun teminine ise yazdan başlanmalıydı. Başkişimiz bu durumun bilincinde hemen odun parçalama işine girişmiş ve ilk üç günden sonra sanki yıllarca odun parçalıyormuş gibi iyi öğrenmişti bu işi ve bu duruma kendisi bile şaşıyordu. Diğer yandan da şehir hayatının onu bu denli donanımsız bırakması karşısında öfke hissediyordu çünkü bu durum onun hayatını oldukça güçleştirmişti.  Donattığı şeylerin ise işe yarar bilgiler olmadığını, hayatına bir mana katmadığını üzüntüyle kavramıştı. Lakin tüm zorlukların altından kalkabiliyordu. Ayrıca fizyolojisi de değişmiş, hastalıklara karşı direnci artmıştı. Şehirde en ufak bir şeyde hastalanan sanki kendisi değildi. İyi gelmişti burası ona. Öyle ki bir sonraki yıl ile alakalı planlar dahi yapmaya başlamıştı. Demek ki burada kalmak ve yaşamak onun için artık bir sorun teşkil etmiyordu.

Lakin geçmiş hayatını tümüyle bir kenara da bırakmamıştı. Daha doğrusu bırakamamıştı. Bazı alışkanlıklarını sürdürmeliydi. Mecburdu buna.  Aksi takdirde hayvandan daha aşağı bir şeye dönüşebileceğinden endişe etmekteydi ki buna asla tahammül edemezdi. Hala günlük banyosunu yapıyor, dişlerini fırçalıyor, çamaşır yıkıyor ve evini temizliyordu.

Kısa bir süre sonra yaylada keşfettiği bir başka evi ise yazlık olarak kullanmaya karar verecek ve iki buçuk yıl içerisinde iki yaz boyunca orada ikamet edecekti. Elbette bir yerden bir yere taşınma süreci zorlu bir süreçti ancak böyle bir zorluğa seve seve katlanacaktı. Ne var ki yazlık onun ruh durumuna biraz uyuşturucu etkisi yapmaktaydı. Bu da elbette istenmeyen bir durumdu. Asla unutmaması gereken sorumlulukları vardı. Burası şehir hayatına benzememekteydi. Burada can sıkıntısına ya da işi savsaklamaya yer yoktu. Fakat yine de kendini oraya gitmekten alıkoyamıyordu. Ve yine yaz gelmişti. Ve yine ailesiyle birlikte yaylaya taşınmıştı. Mutlu ve huzurluydu. Oysa onu acı bir olay beklemekteydi ve o bunun hiç ama hiç farkında değildi. Nerden de olacaktı. Nerden bilecekti ki kendi cinsinden bir ferdin daha var olduğunu. Ancak bu cinsin karşıt cins olduğunu. Ama pek yakında yüzleşmek zorunda kalacaktı bu gerçekle. Evet bir erkek! Gelecek ve en değer verdiği varlığı elinden alacaktı. Ancak bu defa erkek bu yaptığından kolayca kurtulamayacaktı. Artık şehirden alışık olduğu zayıf ve aciz kadınlardan biri yoktu karşısında. Tam tersine çok cesurdu artık kadın. Öyle ki gözünü kırpmadan öldürecekti onu. Sebep? Elbette sebepsiz değildi! Çünkü o, onun en sevgili aile bireyini, Luchs’u ve Stier(dana)’i öldürmüştü hiç nedensiz. Ama bu defa cezasız kalmamıştı, kurtulamamıştı yaptığından o erkek. Aslında tüm kadınların bir nevi intikamıydı aldığı başkişimizin. Her ne kadar elem verici bir hadise de yaşamış olsa hayatına devam etmeliydi kadın. İleriye odaklanmalıydı. Öyle de yaptı zaten. Luchs’u gömdükten hemen sonra bir daha uğramamak üzere yazlığı terk edip, hayatına av evinden devam etmeye karar verdi. Kedisi ve ineğiyle birlikte… Bu yaşadıklarından bir kareyi bile unutmamalıydı. Bunun için tek çare duvarla karşılaştığı o ilk günden beri yazılabilir her nesnenin üzerine aldığı notları derleyip bir bütün haline getirmekti. Nitekim öyle de yaptı. Ancak bunu birileri okusun diye yapmayacaktı… Öyle iddia ediyordu en azından. Kimsenin bulup okumayacağından, ancak farelere yem olacağından emindi çünkü (!).  Ama aslında sonuna kadar içinde gizli bir ümit beslediğinin de sinyallerini vermekteydi ufaktan...  

Yazarımız bu romanı kaleme alırken aslında kıymetinin bilinmeyeceğinin de farkındadır. Aynı zamanda arkadaşı olan editöre eserini teslim ederken “hoşuna gitmeyecek- o bir kedi hikâyesi” demesinin sebebi de muhtemelen budur. Çünkü o zamanlar henüz malum kadın hareket vukuu bulmamıştır ve dolayısıyla feminist bir okuma yapılamamıştır. Eserin kıymeti ise ancak bahsi geçen hareketten sonra anlaşılabilmiş ama maalesef eserin sahibi vefat ettiği için kendisi bu gururu yaşayamamıştır. Oysa belki de herkesten daha fazla ihtiyacı vardı bu kabul görüşe. Haushofer bir kadındı çünkü ve kadının omzuna yüklenen tüm sorunları bilfiil kendi bünyesinde yaşamıştı yıllarca. 
Öncelikle işe bir kadın başkişi tayin etmekle başladı. Bu öyle bir kadın olmalıydı ki hiç ama hiç kimseye dayanmadan yaşama tutunabilmeliydi. Bilhassa ne babası ne de kocası olmalıydı etrafında onu koruyup (!) gözetecek(!). Anlamalıydı çünkü kadınlar, tek başlarına da birçok şeyi başarabileceklerini. Teslim olmamalıydılar kendi çıkarları için kadını ikinci plana iten, hor gören zihniyete.

Yüzyıllarca kandırılmıştı kadınlar. Bastırılmışlardı ve en acısı da kanıksamışlardı bu durumu. Onlara sen çok güzel ve narin bir varlıksın demişlerdi. Onlar da bunu iltifat telakki etmiş ve güzel olmak için ne gerekiyorsa yapmışlardı. Anlamamışlardı bile bu söylevin altında yatan nedeni. Erkek kadını güzel istiyordu çünkü. Gözüne ve nefsine hitap etmeliydi. Bir düşünelim bakalım başka neler demişlerdi! Sen evinde oturmalı ve çocuklara bakmalısın demişlerdi. Senin tek vazifen anneliktir ve annelik dünyadaki en kutsal şeydir demişlerdi. Elbette annelik en kutsal şeyler arasında yer almaktaydı. Buna şüphe yoktu. Lakin bunun için kadın evde, dış toplumdan soyutlanmış bir şekilde mi oturmalıydı. Kamusal alanda söz hakkı olmamalımıydı. Ataerkil sisteme göre tüm bu sorulan cevapları evet ile yanıtlanmalıydı. Ne de olsa ortada bir pasta vardı ve bu pastayı paylaşmanın hiç ama hiçbir gereği yoktu. Onlar hallerinden oldukça memnundular ve bu lükslerinden feragat etmeye hiç niyetleri yoktu. Ayrıca kadını evde oturtmanın en büyük avantajı da iş hayatına yeni rakiplerin dahil olmasını engellemekti. Meydanda rahat hareket etmek varken gereksiz yere kısıtlanmanın ne manası vardı(!). Ancak kadınları böyle bir teşebbüsten alıkoyabilmek için kulağa hoş gelen bir iki sıfat bulmalıydılar. Gerçi hiç zorlanmadılar. Ne de olsa yılların tecrübesine sahiptiler. Sen zayıfsın dediler, kolay incinirsin, ağır yükün altına giremezsin, biz bütün bu zorluklara size çok kıymet verdiğimiz için seve seve katlanırız dediler ve kadınları yüzyıllarca kandırmayı başardılar. 

Roman tüm bunları ince ince işlemiş, yer yer bizleri düşünmeye sevk etmeyi başarmıştır. Zaten Haushofer’in amacı da budur. Aksi takdirde daha romanın en başında biz okurlarına başkişinin hayatta olduğunu belirgin bir şekilde takdim etmezdi. Maksadı kesinlikle bizi bir olay örgüsünün içine çekmek, merak uyandırmak değildir. Her şey çok açık ve net izah edilmiştir zaten. Belki tek gizemli şey onun biz kadın okurlarına bir “aha” efekti yaşatma çabasıdır. Bu çabasında da oldukça başarılı olmuştur. Bunun yanı sıra birçok mesaj da ihtiva etmektedir roman. Bağımsızlığınız için mücadele edin örneğin. Ya da başarılı olmamanız için hiçbir sebep yok gibi… Erkeklerin ve çocuklarınızın kölesi olmayın. Siz isterseniz tek başınıza her yükün altından kalkabilirsiniz. Gerektiğinde odun parçalayabilir, avlanabilir ve sizin yükümlüğünüzdekilere bakabilirsiniz. Cesur olun ve bu gidişata bir dur deyin çağrısıdır aslında bu. 

Tüm bunların yanı sıra romanın birçok yerinde toplum eleştirisine de rastlamamız mümkündür. Şöyle ki öncelikle toplumun ne kadar sıradan, bayağı ve tek düze olduğunu gözler önüne sermektedir. Kitabın daha ilk sayfalarında duvarın ne olabileceğine dair fikir yürütürken onun yeni icat edilmiş yeni bir silah olabileceğini vurgulamaktadır. Yeşilin dışındaki tüm canlıları öldüren bu silahın ise bu topraklara sahip çıkmak isteyenler tarafından atıldığını, zehrin hükmü geçtiğinde ise gelip yerleşeceklerini varsaymaktadır. Öte yandan da şayet bu birebir şahit olmadığı uzak diyarlarda gerçekleşmiş olsaydı, örneğin Belucistan’da, bizler duyarsız bir halde kafelerde oturup, olayı gazetelerden okur ama herhangi bir acıma duygusu geliştirmezdik. Çünkü orası Avusturya ya da Avrupa değildir ve Avrupa’da böyle bir şeyin olması imkânsızdır diyerek bir özeleştiri de yapmaktadır. Böylece batı dünyasının acımasızlığını da gözler önüne sermektedir eser. Hiroşima bu durum için iyi bir örnek teşkil etmektedir (6 Ağustos 1945). 

Onun dışında toplumun kendi ürettiği yapay farzlardan da bahsetmektedir. Dakikliğe ne kadar önem verdiklerinden… Ne de olsa bir köle sistemi hüküm sürmektedir ve köleler zamanında işlerini yapmalıdırlar. Aksi takdirde o çok muteber efendileri kızabilirler. Efendiler kızdırılmaya gelmezler! Romanın başkişisinin saatlerle hiç arası iyi olmamıştır zaten. Saatler ya esrarengiz bir şekilde kaybolmuş ya da bozulmuşlardır. (Köle düzenine bir protesto). 

Başka bir konu ise toplumun, her durumda canları sıkılan kişilerden oluşmasıdır. Elbette öyle olacaktır çünkü hiçbir şeyi içselleştiremiyorlardır. Sevmek de, ağlamak da yüzeyseldir. Herkese bir rol verilmiş, en güzel oynayana da aferin denilmiştir. İnsancıklar hayatlarını bu aferini almaya odaklamışlar, yitirdiklerinin farkına bile varmamışlardır. Oysa yiten onların en önemli parçalarıdır. Yürekleridir çünkü yitirdikleri. Geriye kalan ise içi boş tenekeden başka bir şey değildir.


Yine bir başka husus ise Noel kutlamalarının aldığı şekildir. Bir zamanlar dinsel bir etkinlik olan Noel, artık tüm diğer şeyler gibi anlamını yitirmiş, alışkanlık haline gelmiştir. Hediyeleşme bir zorunluluk şeklini almıştır. Oysa ne hediyeyi alanda ne de verende mutluluk belirtisi görmek mümkündür. Zaten bir gün o nesneleri kendileri de alacaklardır…

Duvar, başkişimizde ne merak ne de endişe uyandırmıştır. O bu duruma aslında alışkındır. Şehirdeki hayatında zaten hiçbir şey özü itibariyle mevcut değildir. Yani özler başka özlerle karıştırılmış, ortaya bambaşka, yabancı bir madde ya da maddeler çıkmıştır. İnsana yabancı maddeler. Bunlar da sorgusuz sualsiz hayatın içine alınmış, onlarla hemhal olunmuştur. Bunlardan biri de varsın duvar olsundur. Maddeye olan düşkünlük de eleştirilmektedir. İnsanlar ne kadar lüks içindelerse kendilerini o kadar üstün görür olmuşlardır. Arabaya düşkünlük hat safhaya ulaşmıştır. Üstün olan ise alttakini ezecektir ve hatta eziyordur da. Kötü olmak kolaydır. Yıkmak, yok etmek de öyle. Zor olan ise sevmektir. Bir çocuk yirmi yılda yetişmekte ama on saniyede öldürülebilmektedir. 
  

Peki ama ya duvar? Yazar duvar ile neyi kastetmiş olabilir? Duvar aslında farkındalığın bir simgesidir. Böylesine yoz bir toplumda farkında olmadan yaşamak işin en kolay şeklidir. Asıl sorun ise bir şeyleri sorgulamaya başlayınca belirir. İşte o andan itibaren artık geriye dönüş de yoktur. Zihin bir defa zincirlerinden kurtulup çalışmaya başladı mı artık onu kimse durduramaz çünkü. Ancak bu bir topluluk meselesinden ziyade evrensel bir meseledir. Yani dünyanın her yerinde hüküm sürmektedir. Ve bu durumdan en çok düşünen kadınları etkilenmektedir. Yani kadınların özgürce yaşayacakları bir yer maalesef yoktur. Bu durumda dış dünyada kaçacak bir yer bulamayan kadın iç dünyasında kendisine bir alan açmış ve oraya sığınmıştır. Ancak düşünceler âleminde özgürdür çünkü. Orada geyik de boğazlayabilir, çirkin de olabilir, adam da öldürebilir. Erkekleri tümüyle diskalifiye de eder. Farelerin kokusunu bile onların kokusuna tercih eder. Artık fareler yatıyordur yataklarında mesela. Sevdiklerine giriş izni verirken sevmediklerini tümüyle dışarıda bırakabilir. Böylece bu baskıcı âlemde bir nebze olsun nefes alma şansı bulur.