Kadın hareketi, kadın haklarını destekleyen evrensel, sosyal bir harekettir. Kadın hareketiyle birlikte yeni bir dünya anlayışı, eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık gibi kavramlardan söz edilmeye başlanmıştır. Bu hareketinin etkileri 18. yüzyılın sonlarında Almanya’da da kendini göstermiştir.
Kadın Hareketinin Almanya’daki öncüsü Luise Otto – Peters’dir ( 1819-1895). 1843 yılın da Luise Otto – Peters: ’’Kadınların devlet yönetimine katılmalarının bir hak değil, bir görev’’ olduğunu söylemiştir. Peters, Alice Schmidt ve Henriette Goldschmidt kadının kimlik gelişimi hakkındaki sorunları ele almışlardır, amaçları kadını eğitimde aktif kılmak ve kadınların fikirlerinin önemsenmesini sağlamaktır.
Kadın hareketinin oluşması sonucunda 19. yüzyılı kadını aile, meslek, eğitim, siyaset ve devletin ataerkil toplumun yönetimi altında olduğunun farkına varmıştır. Ve erkeğin belirlediği sınırlar içerisinde yaşadıklarını anlamışlardır.
Ataerkil toplum kadının isteklerine önem vermemekteydi. İncili örnek alarak, kadına anne rolü ve evde çalışan bir işçi görevlerini biçmişlerdi. ‘’Erkek dış mekândan sorumluyken, kadın ise iç mekânı düzenlemekten sorumlu olarak görülüyordu.’’ Kadın çalışma hakkı talep etmekte ve kendini görünür kılmak için savaşmaktaydı. Kadının amacı ise erkek egemenliğinden kurtulmak ve ona maddi açıdan bağlı olmadan hayatını sürdürmektir. 19. yüzyılda evli olmayan bir kadının tek seçeneği zengin bir ailenin yanında çocuk bakıcılığı yapmaktı.
Bu gibi baskı ve otoritelerden kurtulmak için kadınlar bir araya gelerek kaderlerini değiştirmek üzere çözümler üretmişlerdir. 1865 yılında ilk kadın konferansı düzenlenmiş ve aynı yıl ‘’Allgemeine Deutsche Frauenverein’’ (Genel Alman Kadın Derneği) kurulmuştur. Fakat ataerkil toplum, bu derneği kuran kadınların aile içi saadeti bozduğunu öne sürerek kadına verilen görevlerin doğal ve Tanrı tarafından biçilmiş olduğunu savunmuşlardır.
Kadın hareketine sadece erkeklerden bir tepki gelmemiştir, hareket kadınlar tarafından tepki görmüştür. Bu harekete karşı olan kadınlar, Tanrı'nın kadını erkeğe bağlı olarak yarattığını savunmuşlardır. Toplum kadının masum, nezaket, mütevazı ve tevazu gibi özelliklerini görmek isterken, kadınlar da topluma başka görevleri de başarabildiklerini göstermek istemişlerdir.
Almanya’ da Berufsverbande (İş Derneği) kurulmasından sonra 1880’ de kadınların yüksek öğrenim görmeleri hususunda talepte bulunulmuştur. Helene Lange, öğretmen dernekleri ile birlikte kadın için eğitim reformunu gerçekleştirmiştir. Böylece 1896 yılında ilk defa bir kadın misafir dinleyici olarak üniversiteye kabul edilmiş ve aynı yıl kız çocukları için eğitim sistemi düzenlenmiştir.
Aynı zamanda kadın dernekleri sık sık konferanslar vermeye devam etmekteydi. Kadınlar çoğunluk oldukları halde azınlık olarak göründükleri için ilk kadın hareketi sessizliğe gömüldü.
Almanya’da İkinci kadın hareketi olarak adlandırabileceğimiz hareket 70’lı yılların başında üniversite öğrencilerinin ayaklanmasıyla yeniden alevlenmiştir. Öğrenciler kadınların da özgürce yaşayabildikleri bir dünya istediler. Önceki kadın hareketi, kadının çalışma güvencesi, seçme ve seçilme hakkı gibi konulardan farklı olarak, kadınların maruz kaldığı evlilikte şiddet, tecavüz ve işkence gibi tabu konulara değinmişlerdir.
Bu gelişmelerle birlikte 70’li yıllarda ilk feminist eğilimi şekillenmeye başlamıştır. Kadınlar, kadının sosyal durumunu değiştirmek istemiş ve erkeklerle birlikte çalışmak istememişlerdir. Bazı radikal kadın hareketleri erkeksi olan her şeyi reddetmiştir. Kadınlar feminist projeler oluşturmuşlardır. Kadınlar için sağlık ve terapi merkezleri kurulmuş, “sadece kadın, kadını anlayabilir ” anlayışını benimsemişlerdir.
Sanat ve edebiyat alanında kadın yayınevleri, kadın gazetesi ve kadın edebiyatı ortaya çıkmıştır. Kadın edebiyatı, kadınlar tarafından kadınlar için yazılmıştır. Kadın yazarların, eserlerini tanıtmak için düzenledikleri söyleyişiler sayesinde kadınlar daha sık bir araya gelmişlerdir.
Kadın Edebiyatı'nın gelişimi
70’lerdeki Kadın hareketiyle şekillenen Kadın Edebiyatı, edebiyat tarihinde genel olarak kadınlar tarafından ve onlar için yazılan edebiyatı ele almıştır. Bu edebiyat akımında amaç kadını özgür kılmak ve dayatılan baskıya eleştirel yaklaşmaktır. 1970’li yıllarda doğan Kadın Edebiyatı kadınların sıkıntılarını merkeze alır ve erkek egemen edebiyatına karşı yazılar üretir. Virginia Woolf gibi yazarlar cinsiyet ve edebiyat arasındaki sorunsal ilişkiyi ele almış ve aynı zamanda kuramsallaştırmışlardır.
Virgina Woolf, her kadının kedine ait bir odası olması gerektiğini savunur ve kadın özgürlüğü için en temel çözüm noktasının ekonomik özgürlükten geçtiğini vurgular. Böylelikle kadınların yazı geleneğinin gelişeceğini belirtir. Ayrıca Woolf, edebiyatın, sanatın, siyasetin bir cinsiyeti olmadığını sıkça aktarmıştır.
Fakat kadın edebiyatı, kanona girmiş yapıtlardan daha değersiz görülmüş ve öteki edebiyat olarak adlandırılmıştır. Bunun sebebi ise kadın edebiyatının dışlanmış ve ayrı bir kategoriye sınıflandırılmış olmasıdır. Bu edebiyat akımına ait eserlerin “Unterhaltungsliteratur” yani “Eğlencelik Edebiyat” olarak görülmesi, çoğu kadın yazar tarafından tepki görmüş ve eserlerini bu edebiyat akımı altında yer almasını istememişlerdir. Günümüzde kadın edebiyatı kavramının yerini ‘’kadın yazarlar’’, ‘’kadın yazıları’’ ve ‘’kadınlar için edebiyat’’ alsa bile, cinsiyet ve edebiyat arasındaki sorunsal ilişki çözülememiştir.
İkinci kadın hareketi ile birlikte yeni kadın edebiyatı tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Bu akımda kadınlar erkek edebiyatına karşı son derece kışkırtıcı ve tabu olan konuları kendi perspektiflerinden ele almışlardır.
Kadın Edebiyatının en önemli temsilcilerinden Sophie von la Roches, 1771 yılında ilk defa kadın kalemi tarafından yazılmış olan“ Geschichte des Fraulein von Sterneheim” romanını yazmıştır. Virgina Woolf, cinsiyet ve edebiyat arasındaki sorunsalı ele almış ve kadınlara yeni yaşama alanları açmak istemiştir. Verena Stefan, kadın diliyle kadını eserlerinde yeniden tanımlamıştır. Simon de Beauvoir, kadınların gördüğü baskıları bilimsel olarak incelemiştir ve modern feminizm temellerini atan kişi olarak anılmaktadır. Luce İrgaray ise öznellik, cinsellik, dil, arzu gibi kelimelere yeni açıklamalar getirmiştir ve bunlar üzerinden etkili kuramsal bir alan oluşturmuştur.