Koku romanındaki politik arka planı anlatabilmek, roman Postmodern bir roman olduğu için yani anlamı dış gerçekliklere doğrudan işaret etmeden kendinden menkul olduğu için pek de kolay değil.
Edebiyat çevrelerince yapılmış çalışmalara baktığımızda romanın politik anlamları üzerine yapılan inceleme ve yorumlamalar “Genie” kavramı üzerine yapılan inceleme ve yorumlamalara göredaha sınırlı. Okuduğum inceleme yazılarında, makalelerde karşıma özellikle Hitler Almanya’sıyla ilgili birtakım varsayımlar, saptamalar çıktı. Bu roman bir “Führer Alegorisi” olabilir mi? Diye sordum kendime. Evet, olabilir. Ama olmayabilir de cevapları net bir biçimde belirdi kafamda. Çünkü postmodern romanda ve de bu romanda bu tür bir alegorinin anlamını sabitleyecek belirgin ipuçları ve imlemler bulunmamakta. Birtakım izlere, belirtilere rastlayabiliyoruz ancak bunlar bize kesinlik vadetmiyor. Dolayısıyla romanın bir “Führer Alegorisi” olup olmadığı sorusunun cevabı iki arada kalan ve anlamını kendi içinde bulan bir cevaba dönüşüyor. Hitler yerine Franco veya Mussolini gibi isimler de mümkün gibi görünüyor. Bu yüzden romanın politik altyapısını anlatmaya çalışırken var olan yorumlamalardan ve incelemelerden etkilenmemeye çalışarak kendi algımın sesine kulak vermeyi daha uygun buluyorum.
Çok Yönlü Bir Modernizm Eleştirisi
18. yüzyıl Aydınlanma dönemini dekor olarak kullanan tarihçi Süsskind’in özellikle bu dönemi seçmesi çok manidar. Çünkü toplumun tüm katmanlarına, damarlarına hatta hücrelerine nüfuz eden modernist anlayışın filizlendiği çağdır 18. Yüzyıl. Aristokrasiyi gölgede bırakacak hatta sonra yok edecek olan burjuva sınıfının ortaya çıktığı ve zanaatıyla ekonomik yapıyı dolayısıyla sosyal yapıyı değiştirdiği bir dönem; daha sonra 19.Yüzyılda üretim ilişkilerinin değişmesine ve bugünkü anlamlarıyla burjuvazi ve işçi sınıfı gibi kavramların tarihe ve literatüre kazınmasına sebep olan, kapitalizmin aslında ilk adımlarının atıldığı dönemdir tüm heybetiyle ve de pozitif sunumuyla karşımızda duran Aydınlanma Çağı.
Bu dönemin içinden yükselen rasyonel aklın, nesnesini yani dünyayı araştırdığını, onu adlandırdığını ve mülkiyetçi bir zihniyetle sahiplendiğini biliyoruz. Ve yine bu öznenin insanları da kendi nesnesi haline getirmeye başladığının izleri bu dönemlere uzanıyor. Pozitif bilimlerin gelişmesinden ve düşünsel anlamda çok kapsamlı bir paradigma değişiminden söz edilir hep bu çağla ilgili olarak. İşte insanın o güne kadar erişemediği bir mertebeye eriştiği bu çağ günümüzde bile yaşamın tüm alanlarını etkisi altında tutan modernizmin doğuşunu ifade ediyor. Ve de roman bağlamında “Genie”nin doğuşunu simgeliyor. Bu yüzden Grenouille 18. Yüzyılda doğuyor. Çünkü o, aydınlanma döneminden başlayarak günümüze kadar sanatta ve ideolojik anlamda modern diye adlandırılan düşünce sistemlerinin yansıması olarak önemli bir role sahip romanda. Dolayısıyla bu romana bir modernizm eleştirisi, aynı zamanda bir “Genie” eleştirisi olarak bakabiliriz.
Kısacası insanı merkeze oturtan bu çağda kendini üstün bir varlık olarak gören öznenin yaratma, yönetme ve egemen olma arzularının tırmandığı bilgisiyle “Koku” romanındaki yaratıcı dehanın da, ruhları ele geçirmeye ve yönetmeye güdülenmiş aklın da kolayca farkına varabiliriz. Bu bağlamda “Koku” romanında bakış açısına göre fark edilebilen ve Grenouille kişisinde vücut bulan üç yansımadan ve üç paralelden söz edebiliriz:
* Koku Dâhisi * (Genie) Dâhi- Yazar *Diktatör
Postmodern edebiyatın yüzeysel bir anlatıma sahip olduğunu söylüyor kuramlar. Bu anlamda okuduğumuz romanın da yüzeyde koku dehası, katil bir karakterin hikâyesi olduğunu söyleyebiliriz. Yazarlık ve liderlik sorunsalları ise bizlerin yorumlarıyla ortaya çıkan, metnin alt katmanlarında veya satır aralarında anlamlandırılabilen konulardır.
Ben romanın politik altyapısından dolayısıyla sosyolojik alanından ve bu bağlamdaki modernizm eleştirisinden çıkmayacağım. Ve Genouille ile yansıyan diktatör/ kültür üreticisi/toplum mühendisi ekseninde kalacağım. Kokunun bellekle eşanlamlı tutulduğu romanda belleği de kültürle eşanlamlı tutarak toplumsal ve siyasi çıkarımlarda bulunmam mümkün olacak.
Damıtılmış Kültür
Romandaki aydınlanmacı aklın, bilimsel ve modern tekniklerle maddelerin özünü çıkaran modern parfümcülük anlayışı, aynı aklın topluma bakışını yansıtır romanda aslında. Bitkilerden ve çiçeklerden arta kalan çöptür Grenouille’ye göre. Toplumun damıtılmasından arta kalan şey de çöptür öyleyse. Toplumu oluşturan renkler, biçimler ve farklılıklar yani kültürel renklilik veya çok kültürlülük çöpe atılacak şeylerdir. Bu düşünceye göre bir toplumu yönetmeye çalışırken hedeflenen şey rafine bir kültürdür veya öyle olmalıdır. Bu bana şimdiye kadar gördüğümüz modernist ideolojilerin tek tipçi ve merkeziyetçi yönetim anlayışlarını anımsatıyor. Nasıl çiçeklerin özü alınıp posası atılıyorsa romanda, toplumu oluşturan bireylerin de ruhu çekip alınmalı, tek tip bir öz/ruh oluşturulmalıdır bu düşünce sistemine göre:
“…ateşle, suyla, buharla, bir de ustaca yapılmış bu aygıtla nesnelerin içindeki koku veren ruhu çekip almak. Bu kokulu ruh, bu uçucu yağ zaten içlerindeki en iyi şeydi, tek onun için ilgileniyordu nesnelerle. Geriye kalan fasa fisoydu: Çiçekler, yapraklar, kabuk, meyve, renk, güzellik, canlılık, daha her ne fazlalık varsa umurunda değildi. Bunlar yalnızca kılıftı, safraydı. Çöpe atılacak şeylerdi”*
Grenouille’nin aklından geçenleri böyle aktarıyor auktorial anlatıcı bitkilerin özü çıkarılırken. Ve indirgemeci bu bakış açısını doğruluyor böylelikle. İşte Modernizmin açmazı böyle indirgemeci ve pozitivist bir anlayışla sosyolojik olguların ele alınamayacağı ve toplumun bu şekilde yönetilemeyeceği gerçeğini kavrayamamasından ve toplumu kendi nesnesi gibi görüp ona modernizmin tüm ideolojik ve siyasi aygıtlarını kullanarak şekil vermeye çalışmasından kaynaklanıyor.
Grenouille kişisi yarattığı kokuyla (rafine kültürle) insanları büyüleyip kendisine hayran bırakmak isteyen, güç hırsına kapılmış bir liderin yansımasıdır. Yığınları peşinden sürüklemek için çıldıran bir kaçık. İnsanları katlederek, kan dökerek iktidarını sağlamlaştıran diktatörlerle, insanları etkilemek için yaratacağı koku uğruna genç kızlara kıyan Grenouille’nün kesiştikleri nokta, arzu ettikleri şeyi zorbalıkla ve şiddetle gerçekleştirmeleridir. Aydınlanmacı düşüncenin, insanı ve aklı bu denli merkeze koyması ve bu insanın insana da doğaya baktığı gibi bakması Grenouille karakteriyle okurun gözlemine sunuluyor böylelikle.
Kimlik mi? Aidiyet mi?
Grenouille’de belirgin olan başka bir noktaya değinmek gerekir, kendi kimliğinden ve yeteneklerinden son derece emin bir karakter olduğunu söylemeden önce. Kokusuz oluşunun insanlardaki kötü kokularla kıyaslandığında anlam olarak bir masumiyete ve temizliğe işaret ediyor olması ilginçtir. İnsanların yiten değerleri, ahlaksızlığı kötü kokuyla tanımlanırken Grenouille’nin kokusuzluğu nasıl anlamlandırılmalıdır o zaman? Bu, eserin içinde alışılmış anlamların kodlarını kıran bir oyundur aslında. Kötü koku ahlaksızlıktır, Grenouille kokusuzdur, o zaman Grenouille ahlaksız değildir gibi bir Aristo mantığı yürütmek manasız ve böylesi bir romanı çözmek ve anlamak için yetersiz veya yersizdir. Postmodern yapıtı modernden ayıran tam da bu özelliğidir demek yanlış olmaz sanırım. Çünkü yinelemek gerekirse, postmodern yapıtı anlamak modern kuramlarla pek mümkün görünmüyor. Bir caninin masum olduğu sonucunu çıkarmak postmodernin tersyüz edişlerini anlamamaktır bu anlamda.
Kimlik sorunu mu? Aidiyet sorunu mu? Bence aidiyet. Merkezi bir kültür ve dolayısıyla merkezi bir otorite yaratmak isteyen bu insanın bir ihtimal toplum tarafından kabul görmeyen dolayısıyla aidiyet sorunsalıyla karşı kaşıya kalan bir kimlik taşıdığını ve bu dışlanmış kimliği mükemmel bir maskeyle örtmeye çalıştığını düşünebiliriz. Toplumu özü olan bir şeymiş gibi kurgulayan bu insan kendi yabancılığını bu yapay kültürle gizliyor, kabul görmek ve sevilmek istiyor. Ama bunların da ötesinde insanları etkisi altına almaktan haz duyuyor.
“Anladı ki insanlara gönlü ne dilerse onu anlatabilirdi. Bir kere güvendiler mi- zaten yapma kokusundan çektikleri ilk solukla birlikte güveniyorlardı ona- her söylenene inanırlardı…”(Koku s.171) diye aklından geçiriyor Grenouille. İnsanları nasıl kandıracağının yolunu bulmuş olan bir kaçığın kendinden emin düşünceleri. İnsanları etkilemek için gerektiğinde elbise değiştirir gibi koku değiştiriyor. Tabiri caizse işlerini halledebilmek için nabza göre şerbet veriyor. Kokularla insanlaşıyor, onlardan biriymiş gibi davranıyor ve onları etkiliyor. İnsanları kandırırken kendisini asıl tutkusuna veriyor. Tıpkı asıl hedefine ulaşmak için halkı uyutan siyasiler gibi.
Modernizmin ideolojik, politik pratikleri bizlere yabancı değil. Hem bugünümüze baktığımızda hem de geçmişimize. Bu anlamda tarihsel bir yinelenmenin farkında insanoğlu aslında ama Modernizmin ve onun dünya görüşlerinin anlayamadığı şey iktidar denen şeyin uyguladığı yöntemlerle uzun ömürlü olamayacağı, olsa bile hümanist ve demokratik bir yapıya sahip olmadığı sürece en sonunda yine kendisini var eden toplum eliyle ve yine kendi yöntemleriyle alaşağı edileceğidir. Yani iktidar elden kayıp gidebilecek bir şeydir. Ki bu düşünceyi destekleyen bir düşünceyi şu alıntıdan okumamız mümkün gibi görünüyor:
“…Ne olacak? Diye düşündü. ”Sahip olacağım bu koku… ya da koku bitince ne olacak? Bütün kokuların sonsuz olduğu anılar dünyasına benzemiyor bu iş. Gerçek koku kendini dünyaya harcıyor. Uçucu bir şey bittiği zaman onu aldığım kaynak da çoktan kurumuş olacak. Eskisi gibi çıplak kalacağım. Hayır, eskisinden de berbat olacak! Çünkü bu arada onu, kendi şaheser kokumu tanımış, takınmış olacağım, bir daha unutmayacağım, çünkü ben hiçbir kokuyu unutmam. Demek ömür boyu ancak onun anısıyla yaşayabileceğim, şimdiden olduğu gibi, şimdi de bir an için kokuya sahip olacak olan bir benin ön anısıyla yaşadığım gibi… peki öyleyse ne diye ihtiyacım olsun bu kokuya? ... Bu düşünce hiç mi hiç hoşuna gitmemişti Grenouille’un.”**
Evet. İktidar denen şey Grenouille’un tabiriyle “uçucu” yani elden kayıp gidebilecek bir şeydir. Anılar ve hayal dünyasındaki sonsuz iktidarın karşılığı gerçek yaşamda yoktur. İktidar denen şey de her şey gibi geçicidir. İşte bu iktidarı kaybedecek olan insan da, bir kez güçlü olmayı tattığı için ve bu konforu zihninden silemeyeceği için, asla huzur bulamayacak, eskisinden de mutsuz olacaktır. Kendi kimliğiyle baş başa kalacaktır.
İşlediği cinayetlerden dolayı idam edileceği alanda, mükemmel kokusuyla insanların huzuruna çıktığında mucizevi bir şey gerçekleşir. Sürdüğü koku sayesinde kendisini bir canavar olarak gören herkes adeta büyülenip şehvetle karışık bir sevgi duymaya başlar Grenouille’ye karşı. Süsskind’in ifadesiyle katı olan bir tarafları kalmaz, eriyiverir insanlar. Öyle ki Richis bile kızının katili olan bu adama oğlum diyerek yaklaşır. Grenouille hedeflediği zaferi yaşıyordur sonunda. “Büyük Grenouille”dir o artık. Ama bu mucizevi şey içindeki boşluğu doldurmaya yetmez çünkü insanların sevdiği şey kendisi değil, yarattığı kimliktir. Yani sahte bir şeydir. Üstelik kendisi insanları sevmiyordur. Sevmediği için de bu sevgi, sahte bir kimliğe duyulan sevgi, onda bir tatmin sağlamaz. Nefretle yaşadığını anladığı andır işte bu an. Ve bu nefret dolu kimliği örten yapay kimliğin anlamsızlaştığı an. Kendi gerçeğiyle yüzleşir Grenouille. Maskesi düşmüştür ama kendi zihninde düşmüştür. Ve “ben”i açığa çıkar:
“Ama insanlara duyduğu nefrete yankı gelmiyordu insanlardan. Şu an onlardan ne kadar nefret etse o kadar tapacaklardı kendisine, çünkü algıladıkları, üstüne yakıştırdığı iğreti halesinden, koku maskesinden, çalıntı parfümünden-gerçekten tapılacak kadar güzel olan parfümünden- başka bir şey değildi. … İstiyordu ki onlardan ne kadar çok nefret ettiğinin farkına varsınlar da insan olalı duydukları bu nefretine nefretle karşılık versinler, kendisini bu yüzden, zaten baştan da niyetlendikleri gibi, yok etsinler. Ömründe bir kerecik olsun kendini vermek istiyordu: Nasıl onlar sevgilerini, aptalca hayranlıklarını dışa vuruyorlarsa o da nefretini dışa vurmak istiyordu şimdi. Bir kere, sadece bir kere kendi gerçek benliğiyle anlaşılıp başka bir insandan kendi tek gerçek duygusuna, nefretine bir yanıt almak istiyordu”***
Süsskind’in diktatörü, peşinden sürüklediği toplumun gerçek olmayan bir şeyin peşinden gittiğini ve kendisinin nefretle yoğrulmuş bir kimliğe sahip olduğunu anlar. Gördüğü düş değildir artık, aksine gerçeğin ta kendisidir.
Her şeyin boş olduğunu anlayan Grenouille gider; kendisini doğduğu yerde, Paris’in en pis yerinde, kendi gibi nefretle yoğrulmuş “hırsızlar, katiller, eli bıçaklılar, orospular, asker kaçkınları, yeniyetme serseriler”e yedirir. ****
Tarihten tanıdığımız ve tanımadığımız birçok diktatörün ya öz kıyımla ya da halkın elinden ölümü tattığını biliyoruz. Grenouille’nin ölümü de hem bir öz kıyımdır, çünkü ölüme kendi ayaklarıyla gitmiştir; hem de içinden çıktığı güruh tarafından yendiğinin resmi olan alegorik bir öldürülme sahnesidir.
Yenme sahnesinin alegorik yanı bence Grenouille’yi “çevreleyen” gözü dönmüş, nefret dolu kalabalığın kendisini sevgiden yemesiyle anlam kazanır:
“Çevresinde halka olmuşlardı, yirmi otuz kişi, daralttıkça daraltıyorlardı halkayı. Çok geçmeden hepsi birden sığmaz oldu halkaya, itişip kakışmaya başladılar, her biri merkeze en yakın olmak istiyordu. Sonra birden bire içlerindeki son tutukluk da yok oldu.....herkes ona dokunmak istiyor, herkes ondan bir parçacık, bir tüy parçası, bir kanatçık, o harika ateşinden bir kıvılcım almak istiyordu. Elbiselerini, saçlarını, derisini parça parça yolup aldılar üstünden…Göz açıp kapayana kadar otuz parçaya ayrıldı melek, herkes bir parçasını eline geçirdi, bir şehvet açlığı içinde bir kenara çekilip yedi yuttu… ”*****
Merkeziyetçi devlet yapılarında merkezin etrafını çevreleyen halkaların yani merkeze en yakın olan toplumsal sınıfların, çıkarları için halkayı giderek daraltmaya çalıştığını, merkezdekine giderek yaklaşmaya çalıştığı bilinen bir gerçektir. Merkez bu halkalardan güç almak için onları hep yakınında, çevresinde bulundurur. Kendisine en yakın olan, ona en çok desteği verendir ve merkezin gücünden en çok fayda sağlayandır. Ama gün gelip çıkarlar değiştiğinde merkezdeki devrilecek, yenecek bir şeye dönüşür. O çok sevilen kişi veya grup göz kırpmadan yok edilir. Kendisini var eden de yok oluşuna sebep olan da tıpkı kendisi gibi sevgisiz ve nefret doludur. Tıpkı pazar yerinde Grenouill’yi yiyip bitiren caniler gibi. Üstelik sonrasında yaptıkları şeyle ilgili olumsuz hiçbir şey hissetmezler. Hafızaları silinir sanki. Öylece yaşayıp giderler hiçbir şey olmamış gibi. Bu da akılsız ve hafızasız yaşayıp giden toplumlara gönderme niteliğinde bir sondur romanda.
*Süskind,Patrick/Koku/1985,Diogenes Verlag AG,Zürich (Türkçe çevirisi: Tevfik Turan/35.Baskı 2013) s.106
**Süskind,Patrick/Koku/1985,Diogenes Verlag AG,Zürich (Türkçe çevirisi: Tevfik Turan/35.Baskı 2013) s.201
***Süskind,Patrick/Koku/1985,Diogenes Verlag AG,Zürich (Türkçe çevirisi: Tevfik Turan/35.Baskı 2013) s.250
****Süskind,Patrick/Koku/1985,Diogenes Verlag AG,Zürich (Türkçe çevirisi: Tevfik Turan/35.Baskı 2013)s.261
*****Süskind,Patrick/Koku/1985,Diogenes Verlag AG,Zürich (Türkçe çevirisi: Tevfik Turan/35.Baskı 2013) s.261-262