"Bir
hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan
herhangi bir şeyler göstermek kadar mantığa uygundur." Daniel de Foe
Albert Camus'un Veba adlı eserinin daha
ilk sayfasında Daniel de Foe tarafından söylenmiş bu söz bize Romanda anlatılan
"hapsedilmişliğin " gerçekte hangi hapsedilmişliğe dikkat çekmemiz
geretkiği konusunda okura ipucu
vermektedir.
Romanın ilk satırı; "Bu güncenin
konusunu oluşturan ilginç olaylar 194 ... ' te Oran'da meydana geldi " diye
başlar.O halde Oran şehrinin siyasi , ekonomik ve gündelik hayatını incelerken elimizde 1940'dan 1949'a kadar
geçen 10 yıllık bir zaman dilimi var demektir.Peki o yıllarda Oran'da neler
yaşanmıştır? Elbette ki kurgusal içerik olarak bu romanda, baştan sona kadar veba
salgını ve bu salgının insanlar üzerindeki acı dolu etkisi ve sonuçları
anlatılmaktadır. Fakat bir metafor olarak Veba bize bambaşka pencereler
açmaktadır.Veba salgınının metaforik anlamda savaş'a vurgu yaptığını Camus'
un şu satırlarında görüyoruz:
Gerçekten
de felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar
kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız
yakalar (V.45).
Dolayısıyla 194..'lı yıllarda Oran şehrini
siyasi açıdan incelediğimizde katı bir Fransız sömürge yönetimi ile birlikte
1939-1945 yıllarında II Dünya savaşında Alman Nazi ordusunun Fransa'yı ve
beraberinde sömürge devletlerini işgal ettiği, içiçe geçmiş iki dönem olarak
ele almak gerekecek. Daha geniş anlamıyla ise
Veba romanında ,yaşanmış ve yaşanacak tüm savaşlar ve ölümler evrensel boyutta
anlatılmıştır.Tarih'te
"kara ölüm" sadece veba salgını için değil ,1939 -1945 yıllarında II.
Dünya savaşı sırasında yaşanan büyük
Nazi vahşeti içinde kullanılmıştır.
Romanın birçok yerinde ,insanların
hastalık nedeniyle yaşadığı acılar ve ölümler , bir yanda Nazi toplama
kamplarında yaşatılan vahşet ve işkenceler diğer yanda Fransızların
cezayirlilere yaşattıkları acılar ve ölümlerle büyük benzerlikler teşkil
etmektedir.
Bilindiği üzere Naziler II. Dünya savaşı
sırasında geçtikleri yerleri yakıp yıkarak milyonlarca masum insanı toplama
kamplarında ölesiye aç ve susuz çalıştırmış gaz odalarına çırılçıplak üstüste
sokarak öldürmüş , açtıkları çukurlara erkek, kadın , çocuk ayırt etmeden
insanları diri diri gömmüş ve yakmışlardır. Albert Camus romanında veba salgını
sonucu insanların açılan çukurlara kadın erkek karışık şekilde gömülmelerini ve daha sonrada çöp
fırınlarında yakılışlarını şu satırlarla aktarmıştır;
"Kadınlar
ve erkekler için birer çukur vardı. Bu açıdan bakınca, yönetim geleneklere
uyuyordu, ancak çok sonraları, olayların
gelişmesi doğrultusunda, bu son saygı duygusunun da ortadan kaybolduğu ve hiç
utanma duygusuna kapılmadan, kadın ve
erkekleri üst üste karmakarışık gömdükleri anlaşıldı. Allahtan bu son karmaşa
felaketin yalnızca son bölümüne denk
geldi. Bizi ilgilendiren 'dönemde çukurlar ayrı ayrıydı ve valilik bu konuda
çok titiz davranıyordu. Her çukurun
dibinde kalın bir tabaka kireç dumanlar içinde kaynıyordu. Çukurun kenarlarında
aynı kireçten bir yığından kabarcıklar
havaya yükselip patlıyordu. Ambulansların seferleri sona erdiğinde sedyeleri
peş peşe getiriyorlar, çıplak ve hafifçe
bükülmüş bedenleri yan yana çukurun içine bırakıyorlardı; o sırada onları önce
kireçle sonra toprakla sıvıyorlar,
gelecek konuklara yer kalması amacıyla bu işlemi belli bir yükseklikte
yapıyorlardı. Ertesi gün akrabalar bir kayıt defterini imzalamak üzere çağrılıyordu, bu da
insanlarla örneğin, köpekler arasında olabilecek farkı gösteriyordu.“ (V.176/177)
"Alelacele cesetler çukurlara
atılıyordu. Daha çukura inmeden bedenlerin yüzlerinde kürek kürek kireçler
yayılıyordu ve giderek daha derin açılan çukurların içinde toprak hiçbirini ayırt etmeksizin onları
örtüyordu. Yine de daha sonra, başka çözümler bulmak ve işi daha geniş tutmak
gerekti. Bir valilik emriyle devletin süresiz olarak halka verdiği topraklara el kondu ve ölülerden
kalan ne varsa büyük fırınlara doğru yola çıktı. Bir süre sonra da vebadan
ölenlerin de yakılması gerekti. Ama bu
iş için kentin doğusunda, sınırların dışında kalan çöp yakma fırınının
kullanılması gerekti. Gözcü nöbetçiler
daha uzağa yerleştirildi ve bir belediye görevlisi şimdi kullanılmayan, bir
zamanlar kıyıya ulaşımı sağlayan
tramvayları kullanmayı önererek yetkililerin işini büyük ölçüde
kolaylaştırdı. Bunun için, yedek ve çekici arabaların oturma yerleri kaldırılarak içleri hazırlandı ve tramvay yolunu fırına çevirerek yeni
hattın merkezi oluşturuldu. Ve tüm yaz sonu boyunca, tıpkı sonbahar
yağmurlarının ortasında olduğu gibi, kıyı şeridi, her gece yarısı yol-cusuz
garip tramvay konvoylarının denizin
üzerine doğru sarsıla sarsıla geçtiğine tanık olundu. Kentliler bunun ne
olduğunu sonunda öğrendiler. Kıyı şeridine
geçişi yasaklayan polis güçlerine karşın insanlar sık sık, grup halinde
dalgaların üzerine doğru inen
kayalıklara gizlice tırmanmayı ve tramvaylar geçerken arabaların içine çiçekler
atmayı başardılar. Yaz gecesinde çiçek
ve ölülerle yüklü araçların sarsıla sarsıla gittiği duyuluyordu böylece.
Ama her durumda, ilk günler sabaha karşı, yoğun ve mide bulandırıcı bir duman
kentin doğu semtleri üzerinde dolaşıyordu." (V.178/179)
Yukarıda Veba romanından (Sf.178/179) alıntılanan
bölümleri birde Nazi işgalinden
kurtulabilmiş o dönemi yaşayan gerçek bir tanıktan
öğrenelim :
"O sırada hâlâ ölülerinizi gömmeniz
mümkündü. Judenrat'a yani Yahudi Konseyi’ne 15 zlot ödediğinizde, cenaze
arabası getirip ölüyü götürüyorlardı. Ama bizim paramız yoktu. Yoksul insanlar
cesetlerini kapının önüne koyar, ölüleri kapının önünden toplayan tren gelir ve
cesetleri Gesia Sokağı'ndaki mezarlığa götürürdü. Bir sonraki gün babamı bulmak
umuduyla mezarlığa gittim. Gördüklerim korkunç bir kabus gibiydi. Hayatımda ilk
defa neredeyse iki katlı bina yüksekliğinde ceset yığını gördüm. Ölen kişilerin
sayısının çokluğu ve günden güne artması nedeniyle, mezarcılar bu hıza, mezara
akan insan sayısına yetişmemişti. Bu nedenle cesetleri birbiri üstüne
yığıyorlardı. Bütün bu cesetlerin ağızları açık, kolları ve bacakları birbirine
geçmişti. Ben henüz küçüktüm daha, ceset yığını benim için çok korkunçtu. O
tatlımsı koku. O durumu tanımlayacak sözcük bilmiyorum, ama cehennem sözcüğü
bile anlatmaya yetmiyor işte. Babamı o yığın içine bulamadım."*
Madalyonun
öteki yüzünü çevirdiğimizde bu sefer ,1945 yılında Almanların savaşı kaybetmesi
neticesinde özgürlüklerine kavuşabileceklerini sanan Cezayirlilerin
bayraklarını açarak oluşturdukları coşkulu kalabalığa, Fransa'nın açtığı ateşle
45.000 masum insanın ölümüne neden olması ve
tarihe setif katliamı olarak geçen bu olaya tanıklık eden Saci Ben Hamla
verdiği bir röportajda olayı şöyle anlatır:
"Amacımız, hem zaferi kutlamak hem de
bize bağımsızlık sözü veren Amerikalılara, İngilizlere ve Ruslara sözlerini
hatırlatmaktı.” diyor. Bizi Cezayir’in banliyösündeki mütevazı evinde kabul
eden Ben Hamla, gösteride Fransız, İngiliz, Amerikan ve Rus bayraklarının
yanında bugün Cezayir’in bayrağı olan o dönemde bağımsızlık için mücadele veren
Cezayir Halk Partisi’nin bayrağını da kaldırdıklarını belirterek, halkın
yürüyüş boyunca özgürlük sloganları attığını belirtiyor. Yürüyüşün sonuna
geldiklerinde kendilerini bekleyen Fransız jandarma birlikleri ile karşılaştıklarını
söyleyen Ben Hamla, jandarmanın sivil halk üzerine ateş açmasıyla ortalığın
karıştığını bildiriyor. Sonra da olağanüstü hâl ilan edilmiş ve Fransız ordusu
katliama başlamış. “Saftık, o zamana kadar Fransızların bize katliam yapacağını
hiç düşünmemiştik. Bize ihanet ettiler. Diğer müttefik ülkeler de sözlerini
unuttu.” diyerek kafasını sallayan Ben Hamla, Fransız askerlerinin sonraki
günlerde on binlerce Cezayirliyi katlettiğini söylüyor. Öldürülenlerin bir
kısmı şehrin dışında açılan büyük çukurlara gömülürken, bir kısmı ise şehri
ziyarete gelecek olan Fransız valinin ‘ceset kokularını duymaması’ için Ben
Hamla’nın Nazi fırınlarına benzettiği ‘ölüm fırınları’nda yakılmış: “Guelma’nın
dışındaki kireç fırınları ölüm fırınlarına dönüşmüştü. Öldürülen binlerce
Cezayirli ölüm kamyonlarıyla bu fırınlara taşındı. Hepsini yaktılar. Yanan
cesetlerin kokusunu duyuyorduk.”
Masum
insanlar Naziler tarafından ,savaş döneminde hayvan taşıyan vagonlarla direk
kampın girişine götürüyorlardı.Bu ölüm yolu , yukarıda Veba'dan (Sf.178) alıntılanan
bölümdede çok çarpıcı bir biçimde, şehirdeki tramvayların yönünün çöp fırınlarına
çevrildiği ve insanların yakılmak üzere bu trenlerle üstüste götürüldüğü
şeklinde anlatılmıştır.Ve yine romanın en çarpıcı bölümlerinden biri bir insanın
ölümünün bir sineğinkinden farksız olduğunun yazıldığı şu satırlar;
“İnsanların öldürülmesinin sineklerin
öldürülmesi kadar gündelik sayıldığı şu anlamsız dünyayı tanıdığımızı sakin sakin yadsıyorlardı; şu
sınırları iyi çizilmiş vahşiliği, şu hesaplanmış çılgınlığı, şimdinin dışında
ne varsa her şeye karşı korkunç bir
özgürlük duygusunu da beraberinde getiren şu tutsaklığı, şu ölüm kokusunu,
öldürmediği herkesi şaşkına çeviren şu
ölüm kokusunu, son olarak da bir bölümü her gün bir fırının ağzına yığılmış,
yağlı kokular çıkararak havaya karışan,
öteki bölümü de güçsüzlük ve korkunun zincirlerine vurulmuş kendi sırasını
bekleyen şu şaşkına dönmüş insanlardan
olduğumuzu inkâr ediyorlardı." (V.292).
Kurgusal
bir romanda insanların sinek gibi öldürülmesini okurken gözümüzde canlandırmaya
çalıştığımız sahneleri birebir yaşamış olan bir Nazi tanığı bize şöyle aktarır;
“Başlarda altı blok, barakadan oluşan yeni
bir kamp vardı. Geceleyin barakamıza götürüldük. Orası bizim bir yıl boyunca
kaldığımız barakaydı. Koşullarsa Sachsenhausen'dekinden çok daha kötüydü. Gün
içinde taş ocağına gitmek zorundaydık. 20 dakika uzaklıktaydı diyebilirim.
Dağlık bir araziydi. Çalışmak zorundaydık. Ağır kayaları taşımak zorundaydık
[öksürme sesleri] ve insanlar sinek gibi
ölüyordu. Dönüş yolunda ise, herkesin eve, yani barakalara gelirken omzunda
büyük taşları taşıması gerekiyordu. Çünkü kaç kişinin kaldığını hesaplamak için
yapılan sayımdan sonra, giden ve gelen kişi sayısı aynıysa “Herkes kampa,
barakalara dönsün, Yahudiler kalsın” diyorlardı. Gece on ikiye kadar kampta
inşaata devam etmek zorundaydık. Yemek olmadan. Barakalara döndüğümüzde, o
kadar yorgun oluyorduk ki hiç iştahımız kalmıyordu. Uyuyakalıyorduk. Sabah
beşte, altıda her şey yeniden başlıyordu.”***
Oran
şehrinin siyasi arka planında yaşanan katliamlar , vahşetler ve savaşlar
elbette ekonomiyi de çökertmiş, kentin kapatılmasıyla bütün ticari alışverişler
durdurulmuştur. Gerek Salgın hastalık gerekse savaş demek ,açlık demek, sefalet ve
yağmalama demektir.Arka planda savaşın ekonomiye vurduğu darbeyi Camus' un şu
satırlarında görüyoruz;
“Kentliler bu birdenbire gelen sürgünle
baş etmeye uğraşırken veba kapılara nöbetçiler dikiyor, Oran'a doğru yol
almakta olan gemileri geri döndürüyordu.
Kentin kapatılmasından bu yana tek bir araç girmemişti. O günden başlayarak
arabaların amaçsızca dönüp durmaya başladıkları
izlenimi uyandı. Bulvarların yukarısından bakanlar için liman da özel bir
görünüm sunuyordu. Burayı kıyının en
önemli limanlarından biri yapan alışılmış canlılığı ansızın sönüvermişti.
Karantinaya alınmış birkaç gemi hâlâ
orada göze çarpıyordu. Ancak, rıhtımlar üzerinde, boş duran vinçler, yan
devrilmiş küçük vagonlar, tek başlarına
duran fıçı ya da çuval yığınları veba yüzünden ticaretin de ölmüş olduğunu
gösteriyordu.”(V.83)
Savaş
zamanlarında ortaya çıkan yiyecek sorunu , uzun kuyruklar, genel ihtiyaçların
karneye bağlanması, karaborsa ve yağmalama gibi olaylar Veba da şu şekilde anlatılır:
“Vali araç trafiği ve yakıt ikmaliyle
ilgili önlemler aldı. Yakıt ikmaline kısıtlama getirildi ve benzin karneye bağlandı. Elektrik
tasarrufu bile zorunlu kılındı. Yalnızca vazgeçilemeyecek maddeler Oran'a kara
ve havayoluyla ulaştı. Böylece trafiğin
neredeyse yok denecek denli azaldığı, lüks tüketim mallan satan dükkânların her
geçen gün kapandığı, öteki dükkânların
da kapılarının önünde birşeyler satın almak için bekleyen müşteri kuyrukları birikirken, vitrinlerine 'tükenmiştir, bulunmaz' türünden
duyurular astığı gözlemlenir olmuştu." (V.84/85)
Ölmenin sıradanlaştığı açlık günleri ise
şöyle anlatılır:
“Yemek yemek istiyorlarsa girilecek
kuyruklar, yapılacak başvurular, doldurulacak
kâğıtlarla işleri başından aşkın insanlar, çevrelerindeki başka
insanların nasıl gömüldüğünü ve bir gün kendilerinin nasıl öleceğim düşünmez oldular. Böylece, acı
olması gereken bu maddi sıkıntılar sonradan bir iyiliğe dönüştü.” (V.175)
Milyonlarca
insan o dönemde çeşitli işkencelere maruz kalmış savaşın zorlukları altında
yaşama mücadelesi vermiş, sevdiklerini eşlerini çocuklarını kaybetmiş insanlık duygularını
ve onurlarını kaybetmiş canavarlar tarafından katledilmiştir. Ve her Barış aslında
geride milyonlarca ceset bırakmış sözde kahramanlarını doğurmuştur. 1945 yılında II Dünya savaşının sona ermesi 1962
yılında da Cezayir 'in bağımsızlığına kavuşmasının ardından gelen zafer sarhoşluğu
şimdilik farelerin deliklerine dönmesini sağlamışsada , uykudan uyanmayı
bekleyecektir ve tarih acımasızca tekrar edecektir kendini. Albert Camus savaşın
bu evrensel varoluşunu ve tekrar dirileceğini şu satırlarla anlatır;
“Gerçekten de, kentten yükselen sarhoşluk
çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki
kalabalığın, kitaplardan da öğrenilebileceği gibi, veba mikrobunun hiçbir zaman
ölmediği ya da yok olmadığından,
yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda,
mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve
kâğıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya
da birşeyler öğrenmesi için vebanın
kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi
olmadığını biliyordu Rieux.” (V.303)
Ve
Bilanço ;
Tarihe
Evian Anlasmasi olarak geçen anlasmayla FLN ve Fransa ateskes ilan etti ve 1962
yilinda Cezayir bagimsizligina kavustu. Sömürgeci Fransa'ya karsi 7.5 yil
boyunca verilen bagimsizlik mücadelesi, ardinda çok agir bir bilanço
birakmisti: 1.5 milyon Cezayirli Fransa'nin siddet uygulamalari sonucunda
yasamini yitirmisti.
II.
Dünya Savaşı, 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan
ikincisi olup dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı 1939'dan 1945'e kadar
süren küresel bir askeri çatışmadır. Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik
Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa; Müttefik
Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya;Mihver
Devletler olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askeri personelin dâhil
olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük savaştır. Savaşın önemli katılımcıları
tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askeri kaynak
farklılığı gözetmeksizin, bu savaş için kullanmıştır. Nükleer
silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi
kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık
tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş boyunca 40-50 milyon insan hayatını
kaybetmiştir.
KAYNAKÇA
CAMUS, Albert ( Kasım 2013). Veba, Can yayınları,
çev.Nedret Tanyolaç Öztokat
*(Leah Hammerstein Silverstein Doğum: 1924,
Praga, PolonyaVarşova gettosunda ölenlerin cesetlerinin gömülmemesini anlatıyor
[Görüntülü röportaj: 1996]
-http://www.ushmm.org/wlc/tr/media_oi.php?MediaId=387)
**http://www.zaman.com.tr/dunya_cezayir-in-katliam-icin-ozur-bekledigi-fransa-ermeni-yasasi
-derdinde_283211.html
***(Siegfried
Halbreich Doğum: 1909, PolonyaGross-Rosen kampındaki koşulları ve zorunlu
çalıştırılmayı anlatıyor [Görüntülü röportaj: 1992])
-http://www.ushmm.org/wlc/tr/media_oi.php?MediaI