28 Aralık 2014 Pazar

Bir Metafor Olarak Veba - Özlem Bayram


"Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyler göstermek kadar mantığa uygundur."  Daniel de Foe  
                                                                           
     Albert Camus'un Veba adlı eserinin daha ilk sayfasında Daniel de Foe tarafından söylenmiş bu söz bize Romanda anlatılan "hapsedilmişliğin " gerçekte hangi hapsedilmişliğe dikkat çekmemiz geretkiği  konusunda okura ipucu vermektedir.


     Romanın ilk satırı; "Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194 ... ' te Oran'da meydana geldi " diye başlar.O halde Oran şehrinin siyasi , ekonomik ve gündelik hayatını  incelerken elimizde 1940'dan 1949'a kadar geçen 10 yıllık bir zaman dilimi var demektir.Peki o yıllarda Oran'da neler yaşanmıştır? Elbette ki kurgusal içerik olarak bu romanda, baştan sona kadar veba salgını ve bu salgının insanlar üzerindeki acı dolu etkisi ve sonuçları anlatılmaktadır. Fakat bir metafor olarak Veba bize bambaşka pencereler açmaktadır.Veba salgınının metaforik anlamda savaş'a vurgu yaptığını Camus' un  şu satırlarında görüyoruz:

     Gerçekten de felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde  inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar (V.45).

     Dolayısıyla 194..'lı yıllarda Oran şehrini siyasi açıdan incelediğimizde katı bir Fransız sömürge yönetimi ile birlikte 1939-1945 yıllarında II Dünya savaşında Alman Nazi ordusunun Fransa'yı ve beraberinde sömürge devletlerini işgal ettiği, içiçe geçmiş iki dönem olarak ele almak gerekecek. Daha geniş anlamıyla ise Veba romanında ,yaşanmış ve yaşanacak tüm savaşlar ve ölümler evrensel boyutta anlatılmıştır.Tarih'te "kara ölüm" sadece veba salgını için değil ,1939 -1945 yıllarında II. Dünya savaşı sırasında yaşanan büyük Nazi vahşeti içinde kullanılmıştır.

     Romanın birçok yerinde ,insanların hastalık nedeniyle yaşadığı acılar ve ölümler , bir yanda Nazi toplama kamplarında yaşatılan vahşet ve işkenceler diğer yanda Fransızların cezayirlilere yaşattıkları acılar ve ölümlerle büyük benzerlikler teşkil etmektedir.

     Bilindiği üzere Naziler II. Dünya savaşı sırasında geçtikleri yerleri yakıp yıkarak milyonlarca masum insanı toplama kamplarında ölesiye aç ve susuz çalıştırmış gaz odalarına çırılçıplak üstüste sokarak öldürmüş , açtıkları çukurlara erkek, kadın , çocuk ayırt etmeden insanları diri diri gömmüş ve yakmışlardır. Albert Camus romanında veba salgını sonucu insanların açılan çukurlara kadın erkek karışık şekilde gömülmelerini ve daha sonrada çöp fırınlarında yakılışlarını şu satırlarla aktarmıştır;

     "Kadınlar ve erkekler için birer çukur vardı. Bu açıdan bakınca, yönetim geleneklere uyuyordu, ancak çok  sonraları, olayların gelişmesi doğrultusunda, bu son saygı duygusunun da ortadan kaybolduğu ve hiç utanma duygusuna  kapılmadan, kadın ve erkekleri üst üste karmakarışık gömdükleri anlaşıldı. Allahtan bu son karmaşa felaketin yalnızca son  bölümüne denk geldi. Bizi ilgilendiren 'dönemde çukurlar ayrı ayrıydı ve valilik bu konuda çok titiz davranıyordu. Her  çukurun dibinde kalın bir tabaka kireç dumanlar içinde kaynıyordu. Çukurun kenarlarında aynı kireçten bir yığından  kabarcıklar havaya yükselip patlıyordu. Ambulansların seferleri sona erdiğinde sedyeleri peş peşe getiriyorlar, çıplak ve  hafifçe bükülmüş bedenleri yan yana çukurun içine bırakıyorlardı; o sırada onları önce kireçle sonra toprakla sıvıyorlar,  gelecek konuklara yer kalması amacıyla bu işlemi belli bir yükseklikte yapıyorlardı. Ertesi gün akrabalar bir kayıt defterini  imzalamak üzere çağrılıyordu, bu da insanlarla örneğin, köpekler arasında olabilecek farkı gösteriyordu.“ (V.176/177)

     "Alelacele cesetler çukurlara atılıyordu. Daha çukura inmeden bedenlerin yüzlerinde kürek kürek kireçler yayılıyordu ve giderek daha derin açılan çukurların içinde  toprak hiçbirini ayırt etmeksizin onları örtüyordu. Yine de daha sonra, başka çözümler bulmak ve işi daha geniş tutmak gerekti. Bir valilik emriyle devletin süresiz olarak halka  verdiği topraklara el kondu ve ölülerden kalan ne varsa büyük fırınlara doğru yola çıktı. Bir süre sonra da vebadan ölenlerin  de yakılması gerekti. Ama bu iş için kentin doğusunda, sınırların dışında kalan çöp yakma fırınının kullanılması gerekti.  Gözcü nöbetçiler daha uzağa yerleştirildi ve bir belediye görevlisi şimdi kullanılmayan, bir zamanlar kıyıya ulaşımı sağlayan  tramvayları kullanmayı önererek yetkililerin işini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bunun için, yedek ve çekici arabaların oturma  yerleri kaldırılarak içleri hazırlandı ve tramvay yolunu fırına çevirerek yeni hattın merkezi oluşturuldu. Ve tüm yaz sonu boyunca, tıpkı sonbahar yağmurlarının ortasında olduğu gibi, kıyı şeridi, her gece yarısı yol-cusuz garip  tramvay konvoylarının denizin üzerine doğru sarsıla sarsıla geçtiğine tanık olundu. Kentliler bunun ne olduğunu sonunda  öğrendiler. Kıyı şeridine geçişi yasaklayan polis güçlerine karşın insanlar sık sık, grup halinde dalgaların üzerine doğru  inen kayalıklara gizlice tırmanmayı ve tramvaylar geçerken arabaların içine çiçekler atmayı başardılar. Yaz gecesinde çiçek  ve ölülerle yüklü araçların sarsıla sarsıla gittiği duyuluyordu böylece. Ama her durumda, ilk günler sabaha karşı, yoğun ve mide bulandırıcı bir duman kentin doğu semtleri üzerinde dolaşıyordu." (V.178/179)
    
      Yukarıda Veba romanından (Sf.178/179) alıntılanan bölümleri birde Nazi işgalinden
kurtulabilmiş o dönemi yaşayan gerçek bir tanıktan öğrenelim :

      "O sırada hâlâ ölülerinizi gömmeniz mümkündü. Judenrat'a yani Yahudi Konseyi’ne 15 zlot ödediğinizde, cenaze arabası getirip ölüyü götürüyorlardı. Ama bizim paramız yoktu. Yoksul insanlar cesetlerini kapının önüne koyar, ölüleri kapının önünden toplayan tren gelir ve cesetleri Gesia Sokağı'ndaki mezarlığa götürürdü. Bir sonraki gün babamı bulmak umuduyla mezarlığa gittim. Gördüklerim korkunç bir kabus gibiydi. Hayatımda ilk defa neredeyse iki katlı bina yüksekliğinde ceset yığını gördüm. Ölen kişilerin sayısının çokluğu ve günden güne artması nedeniyle, mezarcılar bu hıza, mezara akan insan sayısına yetişmemişti. Bu nedenle cesetleri birbiri üstüne yığıyorlardı. Bütün bu cesetlerin ağızları açık, kolları ve bacakları birbirine geçmişti. Ben henüz küçüktüm daha, ceset yığını benim için çok korkunçtu. O tatlımsı koku. O durumu tanımlayacak sözcük bilmiyorum, ama cehennem sözcüğü bile anlatmaya yetmiyor işte. Babamı o yığın içine bulamadım."*

      Madalyonun öteki yüzünü çevirdiğimizde bu sefer ,1945 yılında Almanların savaşı kaybetmesi neticesinde özgürlüklerine kavuşabileceklerini sanan Cezayirlilerin bayraklarını açarak oluşturdukları coşkulu kalabalığa, Fransa'nın açtığı ateşle 45.000 masum insanın ölümüne neden olması ve  tarihe setif katliamı olarak geçen bu olaya tanıklık eden Saci Ben Hamla verdiği bir röportajda olayı şöyle anlatır:

      "Amacımız, hem zaferi kutlamak hem de bize bağımsızlık sözü veren Amerikalılara, İngilizlere ve Ruslara sözlerini hatırlatmaktı.” diyor. Bizi Cezayir’in banliyösündeki mütevazı evinde kabul eden Ben Hamla, gösteride Fransız, İngiliz, Amerikan ve Rus bayraklarının yanında bugün Cezayir’in bayrağı olan o dönemde bağımsızlık için mücadele veren Cezayir Halk Partisi’nin bayrağını da kaldırdıklarını belirterek, halkın yürüyüş boyunca özgürlük sloganları attığını belirtiyor. Yürüyüşün sonuna geldiklerinde kendilerini bekleyen Fransız jandarma birlikleri ile karşılaştıklarını söyleyen Ben Hamla, jandarmanın sivil halk üzerine ateş açmasıyla ortalığın karıştığını bildiriyor. Sonra da olağanüstü hâl ilan edilmiş ve Fransız ordusu katliama başlamış. “Saftık, o zamana kadar Fransızların bize katliam yapacağını hiç düşünmemiştik. Bize ihanet ettiler. Diğer müttefik ülkeler de sözlerini unuttu.” diyerek kafasını sallayan Ben Hamla, Fransız askerlerinin sonraki günlerde on binlerce Cezayirliyi katlettiğini söylüyor. Öldürülenlerin bir kısmı şehrin dışında açılan büyük çukurlara gömülürken, bir kısmı ise şehri ziyarete gelecek olan Fransız valinin ‘ceset kokularını duymaması’ için Ben Hamla’nın Nazi fırınlarına benzettiği ‘ölüm fırınları’nda yakılmış: “Guelma’nın dışındaki kireç fırınları ölüm fırınlarına dönüşmüştü. Öldürülen binlerce Cezayirli ölüm kamyonlarıyla bu fırınlara taşındı. Hepsini yaktılar. Yanan cesetlerin kokusunu duyuyorduk.”
                                              
     Masum insanlar Naziler tarafından ,savaş döneminde hayvan taşıyan vagonlarla direk kampın girişine götürüyorlardı.Bu ölüm yolu , yukarıda Veba'dan (Sf.178) alıntılanan bölümdede çok çarpıcı bir biçimde, şehirdeki tramvayların yönünün çöp fırınlarına çevrildiği ve insanların yakılmak üzere bu trenlerle üstüste götürüldüğü şeklinde anlatılmıştır.Ve yine romanın en çarpıcı bölümlerinden biri bir insanın ölümünün bir sineğinkinden farksız olduğunun yazıldığı şu satırlar;

     “İnsanların öldürülmesinin sineklerin öldürülmesi kadar gündelik sayıldığı şu anlamsız dünyayı  tanıdığımızı sakin sakin yadsıyorlardı; şu sınırları iyi çizilmiş vahşiliği, şu hesaplanmış çılgınlığı, şimdinin dışında ne  varsa her şeye karşı korkunç bir özgürlük duygusunu da beraberinde getiren şu tutsaklığı, şu ölüm kokusunu, öldürmediği  herkesi şaşkına çeviren şu ölüm kokusunu, son olarak da bir bölümü her gün bir fırının ağzına yığılmış, yağlı kokular  çıkararak havaya karışan, öteki bölümü de güçsüzlük ve korkunun zincirlerine vurulmuş kendi sırasını bekleyen şu şaşkına  dönmüş insanlardan olduğumuzu inkâr ediyorlardı." (V.292).

     Kurgusal bir romanda insanların sinek gibi öldürülmesini okurken gözümüzde canlandırmaya çalıştığımız sahneleri birebir yaşamış olan bir Nazi tanığı bize şöyle aktarır;

     “Başlarda altı blok, barakadan oluşan yeni bir kamp vardı. Geceleyin barakamıza götürüldük. Orası bizim bir yıl boyunca kaldığımız barakaydı. Koşullarsa Sachsenhausen'dekinden çok daha kötüydü. Gün içinde taş ocağına gitmek zorundaydık. 20 dakika uzaklıktaydı diyebilirim. Dağlık bir araziydi. Çalışmak zorundaydık. Ağır kayaları taşımak zorundaydık [öksürme sesleri] ve insanlar sinek gibi ölüyordu. Dönüş yolunda ise, herkesin eve, yani barakalara gelirken omzunda büyük taşları taşıması gerekiyordu. Çünkü kaç kişinin kaldığını hesaplamak için yapılan sayımdan sonra, giden ve gelen kişi sayısı aynıysa “Herkes kampa, barakalara dönsün, Yahudiler kalsın” diyorlardı. Gece on ikiye kadar kampta inşaata devam etmek zorundaydık. Yemek olmadan. Barakalara döndüğümüzde, o kadar yorgun oluyorduk ki hiç iştahımız kalmıyordu. Uyuyakalıyorduk. Sabah beşte, altıda her şey yeniden başlıyordu.”***

     Oran şehrinin siyasi arka planında yaşanan katliamlar , vahşetler ve savaşlar elbette ekonomiyi de çökertmiş, kentin kapatılmasıyla bütün ticari alışverişler durdurulmuştur. Gerek Salgın hastalık gerekse savaş demek ,açlık demek, sefalet ve yağmalama demektir.Arka planda savaşın ekonomiye vurduğu darbeyi Camus' un şu satırlarında görüyoruz;

     “Kentliler bu birdenbire gelen sürgünle baş etmeye uğraşırken veba kapılara nöbetçiler dikiyor, Oran'a doğru yol almakta  olan gemileri geri döndürüyordu. Kentin kapatılmasından bu yana tek bir araç girmemişti. O günden başlayarak arabaların  amaçsızca dönüp durmaya başladıkları izlenimi uyandı. Bulvarların yukarısından bakanlar için liman da özel bir görünüm  sunuyordu. Burayı kıyının en önemli limanlarından biri yapan alışılmış canlılığı ansızın sönüvermişti. Karantinaya alınmış  birkaç gemi hâlâ orada göze çarpıyordu. Ancak, rıhtımlar üzerinde, boş duran vinçler, yan devrilmiş küçük vagonlar, tek  başlarına duran fıçı ya da çuval yığınları veba yüzünden ticaretin de ölmüş olduğunu gösteriyordu.”(V.83)
    
      Savaş zamanlarında ortaya çıkan yiyecek sorunu , uzun kuyruklar, genel ihtiyaçların karneye bağlanması, karaborsa ve yağmalama gibi olaylar Veba da şu şekilde anlatılır:

     “Vali araç trafiği ve yakıt ikmaliyle ilgili önlemler aldı. Yakıt ikmaline kısıtlama getirildi  ve benzin karneye bağlandı. Elektrik tasarrufu bile zorunlu kılındı. Yalnızca vazgeçilemeyecek maddeler Oran'a kara ve  havayoluyla ulaştı. Böylece trafiğin neredeyse yok denecek denli azaldığı, lüks tüketim mallan satan dükkânların her geçen  gün kapandığı, öteki dükkânların da kapılarının önünde birşeyler satın almak için bekleyen müşteri kuyrukları birikirken,  vitrinlerine 'tükenmiştir, bulunmaz' türünden duyurular astığı gözlemlenir olmuştu." (V.84/85)

 
       Ölmenin sıradanlaştığı açlık günleri ise şöyle anlatılır:

      “Yemek yemek istiyorlarsa girilecek kuyruklar, yapılacak başvurular, doldurulacak  kâğıtlarla işleri başından aşkın insanlar, çevrelerindeki başka insanların nasıl gömüldüğünü ve bir gün kendilerinin nasıl  öleceğim düşünmez oldular. Böylece, acı olması gereken bu maddi sıkıntılar sonradan bir iyiliğe dönüştü.” (V.175)
                                  
      Milyonlarca insan o dönemde çeşitli işkencelere maruz kalmış savaşın zorlukları altında yaşama mücadelesi vermiş, sevdiklerini eşlerini çocuklarını kaybetmiş insanlık duygularını ve onurlarını kaybetmiş canavarlar tarafından katledilmiştir. Ve her Barış aslında geride milyonlarca ceset bırakmış sözde kahramanlarını doğurmuştur. 1945 yılında II Dünya savaşının sona ermesi 1962 yılında da Cezayir 'in bağımsızlığına kavuşmasının ardından gelen zafer sarhoşluğu şimdilik farelerin deliklerine dönmesini sağlamışsada , uykudan uyanmayı bekleyecektir ve tarih acımasızca tekrar edecektir kendini. Albert Camus savaşın bu evrensel varoluşunu ve tekrar dirileceğini şu satırlarla anlatır;

      “Gerçekten de, kentten yükselen sarhoşluk çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu  düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki kalabalığın, kitaplardan da öğrenilebileceği gibi, veba mikrobunun hiçbir zaman ölmediği  ya da yok olmadığından, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda,  mendillerde ve kâğıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da birşeyler öğrenmesi için  vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi olmadığını biliyordu Rieux.” (V.303)

      Ve Bilanço ;

      Tarihe Evian Anlasmasi olarak geçen anlasmayla FLN ve Fransa ateskes ilan etti ve 1962 yilinda Cezayir bagimsizligina kavustu. Sömürgeci Fransa'ya karsi 7.5 yil boyunca verilen bagimsizlik mücadelesi, ardinda çok agir bir bilanço birakmisti: 1.5 milyon Cezayirli Fransa'nin siddet uygulamalari sonucunda yasamini yitirmisti.

      II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisi olup dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı 1939'dan 1945'e kadar süren küresel bir askeri çatışmadır. Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa; Müttefik Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya;Mihver Devletler olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askeri personelin dâhil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük savaştır. Savaşın önemli katılımcıları tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askeri kaynak farklılığı gözetmeksizin, bu savaş için kullanmıştır. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş boyunca 40-50 milyon insan hayatını kaybetmiştir.


KAYNAKÇA

CAMUS, Albert ( Kasım 2013). Veba, Can yayınları, çev.Nedret Tanyolaç Öztokat
*(Leah Hammerstein Silverstein Doğum: 1924, Praga, PolonyaVarşova gettosunda ölenlerin cesetlerinin gömülmemesini anlatıyor [Görüntülü röportaj: 1996]
-http://www.ushmm.org/wlc/tr/media_oi.php?MediaId=387)
**http://www.zaman.com.tr/dunya_cezayir-in-katliam-icin-ozur-bekledigi-fransa-ermeni-yasasi -derdinde_283211.html
***(Siegfried Halbreich Doğum: 1909, PolonyaGross-Rosen kampındaki koşulları ve zorunlu çalıştırılmayı anlatıyor [Görüntülü röportaj: 1992])
-http://www.ushmm.org/wlc/tr/media_oi.php?MediaI
-http://www.ushmm.org/wlc/tr/media_oi.php?MediaId=387)